tag:blogger.com,1999:blog-179190992024-03-13T18:09:32.407+03:00denemeci paşadeneme, bir tür nesir olan deneme değil. bildiğin deniyorum blog hadisesini. hala deniyorum. deneme.. bir.. ki.. deneme..denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.comBlogger111125tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-38357226956190594802011-08-16T00:36:00.003+03:002011-08-16T01:05:46.729+03:002828 yaşındayım.
<br />Babam 28 yaşındayken benden daha çok kitap okumuştu, bir müzik aleti çalabiliyordu, kendisinden tecrübeli insanlarla nasıl konuşacağını biliyordu ve gerçek manada hayatta kalmanın nasıl bir şey olduğunu da biliyordu. Benden ve birçok kişiden daha iyi araba kullanıyordu, avlanabiliyordu ve mesleğinde de muhtemelen benden daha iyiydi. Ama galiba benim daha çok param var, bu da aslında, benim babam onun babasından daha varlıklı olduğu için böyle.
<br />
<br />Babam 28 yaşındayken ben doğmuşum, benim çocuğum yok. Onun da, yıkaması gereken çamaşırlar, silmesi gereken ocak ve süpürmesi gereken halılar yokmuş, yemek yapması da gerekmiyormuş ama bunların hepsini benden daha iyi yapabileceğine eminim.
<br />
<br />Ben küçükken, babam merak ettiğimiz şeyleri çok düzgün çizgiler, çok muntazam daireler ve harika şemalar çizerek anlatırdı. O zamanlar denediğimde o kadar iyi çizemediğimi biliyordum ama günün birinde, mesela onun yaşına geldiğimde, belki daha bile önce, en az onun kadar iyi çizeceğime emindim. Bize resim çizdiği yaşlara gelmeme birkaç sene kalmış olmalı, ben de, fena olmayan çizgiler, neredeyse muntazam daireler çizebiliyorum. Ancak onlarla, babamın anlattığı gibi şeyler anlatamıyorum. Kağıt üstünde inşa edip çalıştırdığı mekanizmaları bir çocuğun anlayabileceği berraklıkta anlatabildiği için çok basit sandığım bu işi, günün birinde en az onun kadar iyi yapabileceğime de emindim. Halbuki ne onun kadar iyi bildiğim şeyler var, ne de berrak bir zihnim.
<br />
<br />28 yaşındayım. 27 yaşında olmak daha iyiydi ama, 29 yaşında olmaktan iyidir. Genç sporcuların rekorlar kırıp turnuvalarda isim yaptıkları yaşı geçtim, artık benim yaşımdaki sporcular genç olmuyor, ben de kendimi onlarla kıyaslamıyorum. Yine de genç girişimcilerin hepsi en büyük paralarını daha kazanmadılar, en büyük işlerini henüz kurmadılar, belki bir yerde onları yakalayabilirim.
<br />
<br />28 yaşındayım, zihnim çamurlu sular gibi. Teşhisi koyacak kadar akıllı olduğuma göre, çareyi bulacak kadar da akıllı olduğuma inanıyorum. Babam kadar iyi araba kullanabileceğime de, işimde onun kadar iyi olabileceğime de, bir gün ondan daha çok para kazanabileceğime de -hâlâ- inanıyorum.
<br />
<br />Bütün bunları o hayattayken yapabilmeyi çok isterim. Çünkü o zaman emeğini boşa çıkarmamış olurum.
<br />
<br /><em><span style="font-size:85%;">(bir de bunları okuyup, zayıf biri olduğumu düşünmesin isterim)</span></em>
<br />
<br />denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-77823365133193458942010-04-21T02:00:00.004+03:002010-04-21T02:11:57.697+03:00atılganBir oturuşta derli toplu, başı sonu belli bir yazı yazabiliyordum daha önce. Şimdi öyle değil.<br /><br />Daha hisli olmakla kalmayıp hislerin de daha bir yoğun olduğu zamanlardı, dibine kadar kırılıp, dibine kadar üzüldüğüm, yok yere kendime acı çektirdiğim zamanlar. Gülünüp geçilmesi, önemsenmemesi gereken şeyleri haddinden fazla önemseyip haddinden fazla ciddiye alıyordum; türbülanslara girip çıkmaktan çekinmiyordum. İyi yazı yazmak "başı sonu belli"lik ve "derli toplu"luksa, demek ki iyi yazı da yazıyordum bir yandan.<br /><br />Şimdi öyle değil.<br /><br />Hamurdan heykel yaparken yerli yersiz elin sürçmesi gibi, cümleler yerli yersiz takılıyor, kelimeler yeteri kadar çeşitli, yeteri kadar zengin olamıyor, yerlerine oturmuyorlar. Özensem de çirkin olan el yazım gibi, özensem de zayıf kalan yazılarım oluyor. Özenmekle pek alakası yok halbuki, el yazısının bir doğru kalem tutuşu, bir doğru vücut duruşu olduğu gibi yazının da bir ruh hali, bir bilinç olgunluğu var.<br /><br />Araba kullanan herkes kaza yapabilme/kazaya karışabilme ihtimalini bilir. Ama kaza yapmış biri bir başka bilir. Şimdi bütün o ruh hallerinden, bütün o gereksiz depresyonlardan öğrenilen, "yol almak".<br /><br />Yol almak, devam etmek ve geri dönmemek.<br /><br />Ve yazıları başka motivlerle yazmak.<br /><br /><span style="font-size:85%;">(kendime bir köşe yazarı havası verdim farkettin? morveötesi kafası, kurtulmak zor. insana neler yaptırıyor bir bilsen.)</span>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-6445105730211608872010-03-16T14:18:00.005+02:002010-03-16T14:39:10.766+02:00dönüm noktası30 yaşa doğru insanın ikinci bir ergenlik bunalımı oluyor; elindeki tamamlanmamış işlerden hangisine yatırım yapacak, sıfırdan bir işe mi gönlünü koyacak yoksa tamamlanmış işlerinden de aslında ne kadar sıkıldığını mı farkedecek?<br /><br />Hayatının yarısına doğru yaklaşırken cesaretin birazı iş hayatında, birazı da toplumsal adam olma kriterlerinde yontularak kaybedilmiş olduğundan yapılacaklar da buna göre sınırlandırmak zorunda. İşte bu yüzden mevcut iş bırakılıp sevilen bir başka işe yönelmek "bu yaştan sonra" zor, bu yüzden yarım kalan işler yarım kalmak, hobi olmak zorunda. Mevcut durum "iyi bir maaş, saygın bir meslek, iyi bir evlilik, ev, araba" standardından ne kadar uzaksa, o standart yolun "official" yarısına ulaşılmadan tutturulmak zorunda. Eğer buralarda tutunmak, saygı görmek isteniyorsa "adam"lık kriterleri, saygı görmek istenen adamların kriterlerinin gerisinde kalmak durumunda.<br /><br />Bütün bunlar gençlikte çok uzak, orta yaşlılıkta da çok içselleştirilmiş olduğundan tam da 30 yaş civarında, tam da beklentilerle karşı karşıya kalınan, diğer adamların "artık" muhatabı olunan yaşta birden insanın karşısına dikilip onu bir dönüm noktasına getiriyor.<br /><br />Çıkış her zaman var, ama çok zaman zahmetli ve garantisiz yollara "çıkış" denebilirse. Zahmetli tarafı, o yaşa kadar elde çok az kalmş cesaret ve gençlikten bu yana eksilmiş hevese ihtiyaç olması. Bunların yanında önemli bir "kendini bilme" kabiliyeti ve "bedel ödeme" kudreti.<br /><br />Vadettiği ise belli belirsiz bir tatmin. Hem öyle bir tatmin ki, mutluluğun paradan, huzurun itibardan daha kıymetli olup olmadığının düşünüldüğü yerde hiçbir işe yaramayacak.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-61674819337809593132009-11-01T00:37:00.006+02:002009-11-01T01:45:21.642+02:00insanların amacını kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederimBir zamanlar röportajlarda filan sorulurdu galiba, öyle bir soru vardı meşhur; "Hayat felsefeniz nedir?"<br /><br />Sonraları anket defterlerine, ne bilim casual chatlere kadar geldi bu hayat felsefesi. Herkes birbirine hayat felsefesini sorar oldu, ve bu soruya bağışıklık geliştirilerek birbirinden klişe cevaplar uyduruldu. Hayattan da, felsefeden de bihaber, "Hayatta en önemli şey sevgi"den tut "Hızlı yaşa genç öl" basitliğine kadar türlü pespayelikte hayat felsefesi üretildi buralarda. Sonra bakıldı ki bu alan kısır, bu alan kabız, kimse kimseye hayat felsefesi sormaz oldu. Birtakım insanların hayatı felsefesiz yaşaması icap ettiği idrak edildi belki de.<br /><br />Şimdi ben tutup bir şey düşünüyorum ve dönüp dolaşıp adına "hayat felsefesi" diyeceğim geliyor. Diyemiyorum çünkü o kelime rezerve. O kelime yıllar önce kullanılıp atıldı, fikir atığı oldu, onu atıldığı yerden çıkarıp başka bir şeye isim edemem. Etsem güzel olurdu halbuki, bulduğum şeye fasulye diye isim koyacak değilim. Aslında "bu hayatta" "şu hayatta" diye konuşmaktan bile imtina etmek lazımken bir de hayat felsefesi demediğim iyi oldu, o da var. "Hayat"lı konuşma haddi bulamıyorum kendimde henüz, kılları ağarmış 3523 kitap yazmış bir adam değilim, olabilemem de.<br /><br />Yine de bir şeyler var, en azından bir amaç olması gerekiyor. Yüce olması şart değil, bu hayatın bir işe yaraması gerekiyor. Bir kahramanlık, bir başrol var ortada, belki de onun hakkının verilmesi gerekiyor.<br /><br />İnsanın kendinin ne işe yaradığını, neyle çalıştığını ve neyle çalışmadığını bilmesi lazım ki o başrole uygun bir senaryo yazılabilsin. Ağlak bakışlı romantik prense kahramanlık destanı yazdığın vakit filmin komedi filmi oluyor. Peki şimdi bu filme herkesin gülmesi başarı sayılmalı mı? Kahramanlık hikayesi olarak başarısız, komikçi olarak başarılı olmak o işin sahibini memnun eder mi?<br /><br />Kahraman olmak istiyorsa etmez. O filmle kitlelere ulaşmak istiyorsa eder. Sadece mutlu olmak istiyorsa etmez. "Sadece mutlu olmak" diye de bir amaç olmaz zaten.<br /><br />Dün çok eskiden beri bildiğim biriyle tanışıyorum, "bir arkeolog olmalıydım belki de, bir şeyler keşfetmeliydim. düşünsene benim bulduğum, benimle anılacak hiçbir şey yok, bir yerde benim onu keşfetmemi bekleyen bir şeyler olmalı" dedi. Ona, dünyada geçirdiği vaktin boş olmadığını gösterecek şey bir keşif yapmaktı demek, halbuki benim için hiç değildi. Keşifler ve icatlarla ilgili pek bir şey içermese de "güç" ve "iktidar" ile, yer yer nüfuz ile bağlantılı, belki bol paralı bir mesleği vardı. Belki de aradığı güç veya iktidar yolu değildi, ya da güç, para, iktidar istemek veya bunlara sahip olmaktan memnun olmayı beyan etmek ayıp olduğundan keşif peşindeydi. Bilemem. Bilemen.<br /><br />Ben keşif peşinde değilim. İcat peşinde değilim. Adımla anılan bir icadım olsun olmasın hiç farketmez. Adımla anılan bir icadım olsun sefalet içinde olayım gibi bir tercih olsa, olmasın daha iyi. İcat micat istemem. Güç, para, iktidar, asma, kesme istemem. Gevşek adamım ben iktidarın yükünü kaldıramam. Çok param olsun isterim ama para kazanmak için her yol mübah gibi gelmez. Hem erdemli hem paralı olmak isterim. Hem bilgili hem kuvvetli, ama şöhretli olmasam olur, bilgiyi bir ışık gibi tutmak, keşiflerle icatlarla ortamı şenlendirmek, kitaplarda adımı okutmak istemem. Bir destan, bir kahraman olmak da istemem.<br /><br />Peki ne olmalı benden, kendimle ne yapabilirim, neyi amaç edinmeliyim? İnsan ne ile yaşar?<br /><br />Amaç diye neye diyorlar? Çok para kazanmak mı? Çok rahat etmek mi? Rahat ettirmek? Mutlu olmak mı? Gerçek aşkı bulmak mı, çok dostlar edinmek mi? Çok bilgili, çok dolu, çok deli insan olmak mı, dünyayı yerinden oynatmak mı? Ünlü olmak mı, huzur bulmak mı? Aile kurmak mı?<br /><br />Hepsinden biraz mı?<br /><br />Adamın tüm istediği sevdiği işten para kazanabilmekmiş. Sevdiği şeyi yapıyor ama bundan para kazanamıyormuş, yine de o şeyi yapmaya devam etmek için sevmesi yeterliymiş. Günün birinde para kazanacağı bir iş bulmuş, onu da sevmiş. Bir yandan sevdiği şeyi yapmaya devam etmiş. Sevdiği şey ona para kazandırmaya başlayınca bu sefer para kazandığı ve sevmeye de başladığı öbür işiyle sevdiği ama para kazanmaya da başladığı bu işi arasında kalmış. Belki de bütün mesele hangisini daha çok sevdiğiyle alakalıymış çünkü en başta sevdiği şeye, ilk sevdiceğine bu vesileyle geri dönmüş. İkisi arasında pratik olarak bir fark yokken, baştan "gönül" koyduğu şeyi seçmiş.<br /><br />Yatırım. Para yatırmak riskli. Zaman yatırmak daha riskli. Gönlünü yatırmak daha da riskli, çünkü arabesk. Gönül yatırmak diye bir şey yok. Aslında var, ama arabesk olup çöpe atılmış, mundar olmuş.<br /><br />Amacı olan insanın seçimleri her zaman daha zor. Çünkü seçim kriterlerinin içine hayatın "büyük resim"ini sokuyor. Büyük resim o kadar büyük, kenarları o kadar belirsiz ki hangi seçimin içine girse onu büküp bozuyor. Pratik adamın seçimi daha basit, hayatta kalmak = para, daha çok kazan = daha çok hayatta kal, çok kazandıranı seç, çünkü "abi mecburdum". Bu kadarcık bile kudreti olmayan "kömüre, bulgura oylarını satıyorlar" diye inler, onun hayatının amacı falan olmaz zaten. Amaç o hayata lüks gelir.<br /><br />Halbuki bu seçimlerin hepsinden maişet kaygısı çıkarılsa, yani insanın hayatını devam ettirecek parası garanti olsa ve ömrü boyunca hiçbir şekilde çalışmasa bile ortalama bir konforu sürdürebiliyor olsa, amacın önemi daha da keskinleşirdi. Bir defa, "hayatta kalmak" amaçlıktan çıktığı için bir amaç sahibi olmak ya da olmamak meselesi icat edilmiş olurdu. Herkesin bir amaç sahibi olduğu illüzyonu bir yerde son bulurdu.<br /><br />Amaç dediğin en nihayeti manevi tatmin verir. Kimisi bunu ailesine güzel bir hayat sağlayarak buluyor, kimi dünya kadar parayı yığmış olmakta, kimi dünyayı gezme imkanına sahip olmakta. "Işıklı bir şehir manzarasına karşı gece vakti çay koyup balkonda oturulabilecek bir ev ortamı ve kafa rahatlığı" diye amaç olur mu?denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-90284485172857302792009-07-08T11:59:00.002+03:002009-07-08T12:35:19.547+03:00alış veriş tüketişSonunda aldım bir yeni bilgisayar, son derece uygun fiyatlı, şahane değil ama uzun süre ihtiyacımı görecek donanıma sahip, tipi her gün yüzüne bakmaktan sıkılmayacağım kadar iyi (tipsiz bir makinaya bakmaya dayanamam dostum), ne bilim onun dışında istemediğim halde geniş ekranlı, çözünürlüğü de eskisinin aynısı (ekstra pikseller zaten geniş ekrana eklemlenenler) bir makina. Alalı üç hafta kadar oldu. Bir aldığım gün açıp bir derdi var mı diye baktım, bir de üzerine Ubuntu kurdum (onu yaparken de vistayı uçurdum, "tek partition'a kurulur kurulur pişeyolmaz" diye bana gaz veren arkadaşa selam ederim.) Şimdi tekrardan üzerine Vista kurmam lazım, elim ermiyor. Hani yeni alınan şeyi doyasıya kurcalama, günlerce oynama, baka baka doyamama tribi var ya, o yok işte.<br /><br />Gerçi benim odanın dekorasyonunun "şeytan eniğini kaybetse bulamaz" tandansı da yadsınamaz bir gerçek, bunun da etkisi var. Yani adamı yatağın üzerine koysam zaten bir bilgisayar dötü koymalık düz alan yok, koydum diyelim, adamın fanları manları ilk günden toz dolacak, hayvanlar gibi ısınacak üstelik zavallım, yazık. Esas korktuğum makina yatağın üstündeyken o yatakta uyuyakalmak ve aleti tepikleyerek yataktan atmak. O yüzden elim gidemedi.<br /><br />Biraz hevesim olsa böyle olmaz aslında. Adına yeni hevesi de, bir şeyler yapma hevesi de, ciddi ciddi hevesi kaybettim. Yeni aldığım hiçbir şey bana deli gibi mutluluk vermiyor bunu farkettim. Verdiği en şahane mutluluk belki bir gün sürüyor, sonra varlığını bile unutuyorum o şeyin. Böyle olduğunu bildiğimden ne alışveriş yapmaya, ne satın almaya gönlüm var; window shopping dahi edemez oldum. Hasbel kader bir alışveriş merkezine gitsem etiketli bir ton şey üstüme üstüme geliyor gibi oluyor. Hepsini bedavaya veriyor olsalar yine almak istemem gibi geliyor...<br /><br />Para ve imkanın insanı kısıtlaması oyunun kuralı gibi bir şey aslında, kısıtlama olmazsa istek hepten kaybolacak çünkü. Satın almanın bir motivi de "ben bunu alacak güce ve imkana sahibim" duygusu olmalı. Belki de değildir, belki pahalı markalar için öyledir de indirim günleri için değildir, bilemedim. Ama şöyle bir resim var önümde; bir alışveriş merkezi dolusu etiketli kıyafet, ıvır ve zıvır önümde dökülü duruyor, askılarında, hazır ve nazır, istersem hepsini alabilirim. İster miyim? Yok valla da istemem. Dedim acaba para harcayasım olmadığından mı istemiyorum bir şey almak, yok öyle değil, hepsi senin deseler yine istemem. Bir kere nereye koyacaksın, nerde tutacaksın, hangi birini giyeceksin/kullanacaksın? Ciddi mesai bunlar.<br /><br />Bir de indirim zamanından geriye kalan giyilip giyilip çıkarılmış, ama etiketi üzerinde yepyeni kıyafetleri düşün. Ne oluyor acaba onlar? Kimsenin sahip olmadığı, kimsenin olmamış şeyler. Sahip olunmak için yapılmışlar ama kimse almamış. <span style="font-style: italic;">Things you own end up owning you</span> da, kimsenin sahibi olmadığı şeyler ne olacak? Tüketim çılgınlığına rağmen tüketilmemişler? Kimseleri sevindirememişler? Peki ya ambalajlar? Her biri birer ürün olan, ama esas görevi ürünü taşımak olan, kimsenin sahip olmadığı ve kimseyi mutlu etmeyen kutular, paketler; eve gelir gelmez işi biten, çöpe giden ambalajlar? (<span style="font-style: italic;">Allahım son vermek istiyorum bu farkındalığa, insanlığı uyandırmak misyonu edinmiş gibiyim</span>)<br /><br />İşte böyle, bir şeyler almaya niyetlensem bile devasa bir mağaza görünce hafif tırsıyorum. Biri çıkıp "Hepsini al, senin olsun" diyecek gibi geliyor. Ben yine de ihtiyacım kadarını alıyorum, benden sonra başka küçük adamcıklar gelip küçük paracıkları vererek koca mağazayı gün gün, sezon sezon eritiyorlar. Bir indirimle biraz daha eritiyorlar, sonra eritilmek, birilerinin evinde birilerine mutluluk vermek üzere yeniler çıkıyor, pazar oluyor, tüketim oluyor.<br /><br />Mağazalar dolusu ıvır zıvırlar ben alsam da orada, almasam da. Benim için değil, pazar için yapılmışlar aslında.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-76991047646601674542009-05-15T10:04:00.002+03:002009-05-15T10:42:46.883+03:00-Hayatında hiç büyük acı görmemiş insan biraz eksiktir (ama hepimiz biraz eksik, biraz yanlış tırım tırırım). "Acı" tabii, göreceli bir durum olabilir. Aşk acısı acıların en acısı mesela, daha acısını görünceye kadar. Benim kastettiğim acı ancak ölümle olabiliyor.<br /><br />İnsanın kendi ölümüne hazırlanması başlı başına bir trajedi, zaten oradan sonra "hayatın anlamı" da değişeceği için kendi ölümünü bekleyen bir insanın tecrübe ettiği "acı"nın kollektif bilince faydası var mı bilmiyorum. 100 üzerinden 100'e tekabül ettiğinden onu curve'e katmıyorum. Son derece yakınlarının, aileden bir veya birkaç kişinin veya en sevdiklerinin ölümünü görmüş insanlardan bahsediyorum "büyük acı görmüşler" olarak. Çok görmüş, geçirmişler...<br /><br />En zor tarafı da bu "acının" tek kişilik olmasıdır; depresyon ve her türlü ruh bunaltısı gibi tek kişiye ait, paylaştıkça artmayan, ama azalmayan bir tat. İnsanın etrafına hendekler kazan, duvarlar ören "yakın"ları ancak el sallayabilecek mesafede tutan bir durum, "acı içinde olmak". Karşıdakiyle karşılıklı durup onu görebilen insanın hendeği aşma çabası, aşılmayan hendeğin var olduğunu herkesin bilip sonradan görmezden gelmeye çalışması, aslında hendeği geçmenin de tek bir yolunun olması... Ya içindesindir çemberin, ya dışında. Ya bu tarafındasındır hendeğin, ya öbür tarafında; ölümü tanıyanlar arasında. Ne kolunu uzatabilirsin bu saatten sonra, ne de dokunabilirsin karşı tarafa. Oraya kadar gelindiğinde yapılacak tek şey, hendek yokmuş gibi davranmak olur, sanki birisi gözünü hendeğe dikse ötekini incitecekmiş gibi, biraz da gerilmek olur.<br /><br />Ölüm, ölenden çok kalanlara zor. Ölecek olanlardan çok da belki, kalacak olanlara. Ölmeye hazırlanmak mı daha tuhaf yoksa kalmaya hazırlanmak mı acaba? Onu yok saymak, yokluğuna alışmaya çalışmakla varlığının son zamanlarında "var" olduğunu dolu dolu hissetmek arasında kalıp kendini yok etmek isteyen birisini anlayabilirim. Eğer ölüyor olsaydım en çok buna üzülürdüm, benim için bunu yaşayacak olanlara. Yanımda ölümden bahsetmek istemediği halde yakın bir gelecekte oralarda olmayacağımı bir an bile aklından çıkaramayan, gözleri dalıp sessiz kalan, kelimeleri seçmek zorunda hisseden onlar çünkü. Yanımda "seneye" bile diyemeyecek, hayatın devam ettiğini bana belki çaktırmamaya çalışacaklar.<br /><br />Ölen için ölmek daha kolay belki, onun hazırlanacağı ölüm bir tane. Diğerininki, belirsiz.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-21929824875827926272009-04-22T15:02:00.006+03:002009-04-22T16:14:34.384+03:00etiraflarCanım çok sıkılıyo o yüzden saçma sapan şeyler yazıcam bugün. Valla sabahtan beri içimden konuşuyorum, birilerine yazıyorum gitmiyo. Teşhirci filan değilim, zaten taş çatlasın beş kişinin okuduğu blogda neyin teşhirciliği... Yazdıktan sonra da burda durmasına sinir olucam biliyorum, köpek gibi de pişman olucam ama silmicem. Hem blog blog olalı bi işime yarasın da bi kere de benim bunalımlarıma filan hizmet etsin, köpeğim olsun hatta. Zaten bıktım ahkam kesip durmaktan. Yok töbe bıkmadım, bazen sıkılıyorum o kadar.<br /><br />Günlerdir moda makyaj blogu okumaktan beynim bulaşık süngerine döndü. İşler hafif, ben de kendimi bunlara verdim. Allah cezamı vermesin benim, bu sezon ne moda, ne neyle giyilir ve nasıl stil olunur konusunda acayip fikirlerim var ama ne gladyatör sandalet ne de eteği g.tüme kadar çıkan kızılderili elbisesi giymeye cesaretim var. Zaten cebimde de akrep var, kot tişörtle makyajsız mal gibi geziyorum. Bu Zara, TopShop falan acayip adam skiyor ayrıca, iki yıkamada dağılacak, seneye giyemeyeceğin şeylere servet istiyolar. Adamların düsturu şu sanırım, "zaten trendy diye sattığımız bu götüm gibi şeyleri alanlar en fazla iki sene giyebilecek, o halde en skindirik malzemeden yapalım ama fiyatı Ralph Lauren, Balenciaga, Miu Miu kadar olmadığı için herkes saldırsın." Başka bi sebebi olduğunu sanmıyorum. Millet de ayıla bayıla giysin baştan aşağı akrilikti polyesterdi naylon naylon şeyleri. Hele o deri görünümlü plastik plastik kokan ultra dandik kadın çantaları yok mu, böyle herkeste, kıl oluyorum onlara. Mudo bile utanmadan satıyor bunları, bi de 70-80 liraya. Çadır bezinden, eşofman kumaşından çanta takarım ama deri taklidi yapan plastikten asla...<br /><br />Makyaj desen az daha tecrübe edinsem para kazanacak kadar anlıyorum makyajdan. Ama her gün yapsam sivilceden suratımı göremem herhalde. Zaten üşengeç adamım, yap bi de sil, üstüne başına bulaşsın filan ne gerek var... Ama yapmaya kalksam konuştururum şerefsizim. Konuşturuyorum da zaten pehey. Bi de milleti boyaya boyaya da biraz tecrübe edindim. Ben bilgisayara format atmayı da böyle öğrendim. "Sen anlarsın" diyenlerin bilgisayarına format ata ata. Ama çok eskidendi, daha okulda ilk senelerimdi. Şimdi biliyorum yani.<br /><br />Aslında fazla bişey de bildiğim yok. Bilmem gereken hiçbir şeyi bilmiyorum hatta, hiç ilgilenmiyorum. Bilgisayarcı piçlere sinir oluyorum, bu nerd tipler var ya, var olabildikleri tek alan bu olduğu için asılıyolar da asılıyolar bu olaya. Böyle bi konuşmalar bişeyler, biz ayrı bi dünyanın insanıyız bambaşkayız tripleri. Bi de bunlar dışında şahane hayatı olduğu halde bu alemi de skertir seviyede iş çıkaran herifler var onlara daha çok sinir oluyorum gerçi. Onlara bunlara sinir oldukça kalkıp kendimi başka işlere başka alanlara veresim geliyo ama bulamadım o alanı, nereye gitsem birileri benden iyi. Böyle en iyisini feriştahını yaparım diyebileceğim bir iş yok malesef. Başka bir işe yatırıp yapıp g.t olmak da var işin ucunda, en iyisi durayım durduğum yerde diyorum. Bunu düşündükçe benden cacık olmaz deyip bunalımlara giriyorum. Bunalmadığım zamanlarda da "esas olan insan olmak, sevgi, sevmek laylayloom" oluyorum. Sanki çok sevgi doluymuşum gibi.<br /><br />Sevgi dolu falan değilim, kimseleri doğru dürüst sevmem, sevemem. Aslında severim ama öyle işte insan diye. Yoksa birine bişey yapıyosam sırf sevdiğim için yapmam, başka bi sebebi vardır. Benim için çok kolay, onun çok işine yarayacak, mutlu edecek bişeydir; win-win, neden yapmayayım? Ya da işte ben mutluyumdur onlar mutludur falan. Kimse için kendimi sıkıntıya sokmam pek, sonradan da vay ben sıkıntıya girdim senin için, sen bana şunu yapmadın demem. Hesabını soracağım şeyi yapmam zaten, yaptığım iyiliğin de arkasını aramam; "son paramı sana borç verdim, ödemediğin gibi beni de sktirettin" demem, verirken onun hesabını yapmışım zaten.<br /> Böyle arkasını dönüp gidenin arkasından ağıt yakmam, her şey herkesin bi gün gideceği üzerine kurulu çünkü. "Dost bildiklerim" teranesi yapmam, dost ne lan? İnsan dediğin değişen bi varlık işte. Bunları da "seni biri çok fena kırmış" desinler diye yazmıyorum, kimse beni kırmadı abi sizden akıllıyım o kadar.<br /><br />Böyle akıllıyım zekiyim filan diyorum ama tam bir mal gibi davranıyorum çok zaman. Kimse beni dinlemeyecek diye insan içinde fıkra bile anlatmam, zaten fıkra anlatmak karizmatik bişey değil. Ya mal gibi susup otururum ya da kendim bile hatırlamayacağım kadar zırvalarım insan içinde, ayarım yok. Ayrıca hayatta da hiç akıllıca kararlar vermiyorum sanırım. Her şeyi biliyorum sanıyorum, genelde ölçüm, biçim ve tartımlarım doğru çıkıyor ama neden master yapmıyorum mesela, inatla? Becerememekten eşşek gibi korkuyorum da o yüzden. Hep bu bir şeyi yapacaksam en şahanesi olmalı takıntım yüzünden. Başladığım çok şeyi bitiremeyişim de ondan, dandik de olsa bitmiş iş bitmemişten iyidir. Ama o bitmiş dandik iş de benim gözümde aynı, bitmemiş işler de, ve hatta başlanmamış işler de. Hiçbir şey yapamıyorum o yüzden, ama gevezelikte üstüme yok.<br /><br />Eşşek kafalıyım, akıllanmıyorum, uslanmıyorum, ders almıyorum. Böyle içimde bi eşşek var dürtüyo sürekli.<br /><br />Hiçbir şeye doğru dürüst konsantre olamıyorum, aklım hep başka yerde. O başka yere gidiyorum al buyur yap, yok ondan da sıkılıyorum.<br /><br />Gurur duyulacak bir evlat olamadım, sürekli bunu hatırlamayayım diye bizimkilerden uzak duruyorum. Sevmiyorum sanıyorlar. Bi de öyle anasının kuzusu bi tip değilim ne bilim. Sonunda Allah korusun kötü bişey olacak birimize, filmlerdeki gibi acı, isyan, pişmanlık senaryoları filan... Bu bile yük oluyor, bunun gibi şeyler yüzünden sırtımda yumurta küfesi varmış gibi hareket edemiyorum.<br /><br />İnsanların sonradan "gençlik işte" diyeceği yaşları geçmeme az kaldı, üç sene orada beş sene burada savrulma, olmadı şunu yapayım deme, "ben bi depresyona girdim var ya iki ay çıkmadım evden" deme lüksüm yok. Niye yoksa...denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-81552892004957245302009-03-24T16:20:00.005+02:002009-03-24T17:38:49.300+02:00zekaya tapınmaGenel olarak zeki bilinen adamın her baş üzerinde yer bulabilmesi mümkün. Bugüne kadar defalarca şahit oldum, herkes de muhakkak olmuştur. Mevzubahis adam zekiyse insan tahammülünü her şekilde zorlayabilir, "ama çok zeki adam" argümanıyla da savunulabilir.<br /><br />Okul zamanlarından beri böyledir bu. Zeki çocuk daha çok saygı görür, başarıları daha çok övülür. Çalışarak bunu elde edene pek itibar edilmez, üstüne üstlük "inek" denir. Kalıtım yoluyla gelen zenginliğe karşı çalışarak kazanılan zenginliği hararetle savunan kollektif bilincimiz, sıra zeki adama geldiğinde akıllara durgunluk veren bir ikiyüzlülük göstererek kalıtım yoluyla elde edilen zekayı tutar. Ve "doğal güzellik"e karşı makyaj güzelini de yerin dibine sokar. Zeka ve güzellik konularında emeğe saygı yoktur. Şimdilerde yeni yeni oluşmaya başlamıştır belki, bilmiyorum. Ben bunu ilk söylediğim zamanlarda kimseler söylememişti, zekice laflar ettiğim için de saygı gördüm. Aslında bu işten ben de epeyce ekmek yedim, ama zannedildiği kadar bir halt olmadığımı bile bile yedim. Engellemek için yapılabilecek pek de bir şey yoktu, zamanla ne olup ne olmadığım da anlaşıldı zaten. Bu yüzden bunları hafifletici sepet olarak koluma takabilirim.<br /><br />Fakat zamanında bu muameleyi hiç görmemiş olanların zaman içinde zekaya tapınma tarzı bir davranış geliştirdiğine de şahit oldum. Mesele senin zeki olman benim zeki olmam değil, mesele "ama abi adam çok zeki" argümanıyla bir kabullenmenin varlığı. Adamın halini tavrını hiç beğenmiyorum, beğenilecek bir tarafı da yok ama "çok zeki" diye alıp başıma koyacağım he mi? İyi valla... Çok mu spesifik oldu? Sen görürsün şimdi spesifiği...<br /><br />Hiç "zeki" görmesem anlarım, derim ki herhal böyle olacak bu iş, tribi kendinden menkul. Lakin öyle değil. Hepimiz bir yerde kusurluyuz. En çok da zekanın her türlü meziyetin üzerine çıkacağı fikrinde olan kusurlu. Gerçekte ne çok zeki olmak ne de çok çalışkan olmak, ne çok güzel ne de çok fedakar olmak her türlü meziyetin yerine geçer. Hayatta öyle "bingo" bir şey yok arkadaşım, boşu boşuna "ben şu olaya asılayım da gerisi mühim değil" deme. Beğenmesek de zeka hala en çok kabul gören joker, zekiysen kullan. Ama kullanamıyorsan buna tapınma, onu anlatmaya çalışıyorum.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-68438732132833263082008-12-15T11:36:00.005+02:002008-12-15T12:06:40.148+02:00arkadaşım eş arkadaşım şekArkadaşlık olayında taraflardan birinin kendisini bir aşk meşk hikayesine kaptırmış olması işi bozuyor. Biz <a href="http://sonsofsouthernparkness.blogspot.com/2006_01_01_archive.html">bunları</a> kitaplarımızda yıllar önce yazmışız ama bu seferki biraz daha değişik olacak. Bu arada arkadaşlık kelimesinin ne boktan referansları var yahu, ben bildiğimiz arkadaşlıktan bahsediyorum halbuki. Sevgili olsun platonik olsun, isterse sevgilimsi filan her neyse, gönül işi arkadaşlığı aksatıyor işte.<br /><br />Olaya bir de gönül işleri bakanlığından bakalım, yani gönül işleri arasına arkadaşlarını sıkıştıramayan o bedbaht kişi açısından. Bu insan böyle aşkımın peşinden gideyim, sevdiceğim için fedakarlıklar edeyim derken, ya da kaybettiklerimi kazanayım durumu toparlayayım isterken çok kere arkadaşları satar eder ama neticede bunlar arkadaş oldukları için çok da üstünde durmazlar bu durumun. Bu da nazı geçiyor diye sürekli arkadaşı yakını kim varsa ihmal eder, varsa yoksa kendisini iki gün sonra sümüklü bir mendil gibi kenara atacak olan bu adam/kadındır onun için. Sonra o iş biter, yine soluğu arkadaşların yanında alır. Arkadaş da buna ne derse "he he" der, ya da "sen şurda haksızsın" filan der. Ama hiçbir zaman "Noldu tarraam aramıyordun sormuyordun, yedin sittiri aklın başına geldi dimi" demez. Arkadaştır çünkü. Diyen de olabilir, onlar kariyerlerini bu kişinin kötü arkadaş listesinde sürdürürler.<br /><br />Bizim satıcı eleman da her zaman sütten çıkmış ak kaşık, onun siktir yemesini köşede bekleyen arkadaşları da sütten çıkmış daha ak kaşıktır. Halbuki benim kafamda aşk-meşk-sevgili denen şey geçici, dostluk kalıcıdır. Şimdi arkadaş - dost ayrımına girmedim aslında aynı şeyi kastediyorum sayılır. Yani bir insanla ömür boyu sevgili kalma ihtimali daha düşüktür ama şu an arkadaş olan bir insanla az bir özveriyle ömür boyu arkadaş kalınabilir. İşte bu hesaba göre sevgili mevgili için arkadaş harcamak bana ziyan gibi geliyor amma insanlar diyebilir ki aşk insanın aklını başından alır. Alsın bakalım. Dostluk zaten bu zamanlarda belli olur da derler, desinler bakalım. Zaten işler hep böyle gidip de sorun çıkmayışından, bunun bir miktar doğru kabul edilmiş bir şey olduğu belli. Herkes rolünü biliyor zaten, kimse itiraz etmiyor. Ben burada çıkıp "kral aslında çıplak lan" desem herkes "yok canım çıplak falan değil, aslında öyle ama hangimiz çıplak değiliz ki?" diyecek, öyle bir durum söz konusu.<br /><br />Peki benim bu mantıklı şahane tavrımın neticesi ne olurdu acaba, yani sevgili ile arkadaş arasında kalan insan deseydi ki "arkadaşlık baki kalabülür, sen geçicisin", ne olurdu? Ben denedim söyleyeyim, ikisinden birden oldum göt gibi kaldım, o oldu. Ama ben bahtsız ve kötü bi insanım sanırım, insanlar bana bakıp arkadaşlarına kötü davransın istemem.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-34022687048307187682008-11-29T11:12:00.006+02:002008-12-04T12:59:40.338+02:00ruh delenAğlatan film, ağlatan şarkı diye bir şey var. Elde mendil filme gidiliyor mesela, ilginç bir durum.<br /><br />Müziği biraz bunun dışına çıkarmak lazım, insanı durup dururken, derdi tasası yokken ağlatan şarkı pek yoktur. Olsa olsa bir şeyler hatırlatan şarkı vardır. Sanat denen şey genel olarak duygu anlatımı, duygu aktarımıyla ilgili. Yani alınıp ertesi gün kullanılamıyor, insanlığın "iş yapış"ını kolaylaştırmıyor, ne bileyim, aya çıkarmıyor. Bazen bir fikirden ibaret de olsa o fikri alet edevat haline getirip bir sanayi elemanı yapmak mümkün olmuyor. Sanat icra etmeye yarayan türlerden birinde ortaya konan eser genellikle bir hissin tarifidir. Damakta bir tad, alıcılarda bir hissiyattır. Sanatçı da burada bir hissiyatı şekillendirip insan önüne koyan, hatta bunu insanın içine yerleştirmeye çalışan adamdır. Ortaya koyduğu his, fikir gidip başka bir dimağa yerleşti mi sanatçı kitlesine "ulaşmış" demektir. Sanat vasıtasıyla ulaşır, dimağ çeşitliliğini kutlar.<br /><br />Peki bir hissi veya hissiyatı ifade edilmeye değer kılan nedir? Büyük olması mı? Sarsıcı olması mı, yoksa acı vermesi mi? İnsanın içini kıyım kıyım kıyması, burum burum burması mı acaba? Trajedinin romanı, nefretin resmi vardır ama mutluluğun resmi var mı bilmiyorum (vardır lan abartmayayım). Varsa da azdır zaten. Sanat eseriyle muhatabının acılarına, mutsuzluklarına dokunmak kolaydır, mutluluklarına dokunmak zor. Neden bilmiyorum. İnsanoğlu acı kardeşliğini seviyor, acınmayı ve acımayı, sebepli sebepsiz üzülmeyi seviyor. Değilse bir şiirin uzun uzun tasvir ettiği buhranı alıp içine yerleştirmeye bu kadar hevesli olmazdı. Bir filmin içindeki koyu hüznü bile bile alıp ruhunda taşımazdı.<br /><br />Piercing yaptırmak kimilerine aptalca geliyor. Sırf güzel görünsün diye - ki o güzellik de genel geçer güzellik yargısına ne kadar uyar belli değil - kendine eziyet etmek kabul edilebilir bir şey değil diyorlar herhalde. Ama gidip bir ekranın karşısına oturup ruhlarını deldirebiliyorlar. Üstelik bunun genel geçer, genel geçmez hiçbir güzellik yargısıyla alakası da yok.<br /><br />Dünyasını karartmaya and içmiş, hatta başarısı buna bağlı bir sanat eserinin karşısına kendini rahatça koyabiliyor adam. O kimseye aptalca gelmiyor.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-66983176281656325272008-10-05T03:34:00.004+03:002008-10-15T12:15:09.585+03:00yüksek duygularGözümün önünden ufolar geçiyor allı yeşilli, konserler veriliyor, hayatlar akıyor.<br />Yerinde olmak için neler vermeyeceğim şanslı adamlar var, yerimde olmak isteyenler de vardır belki. Kimse dinlemezken konuşabiliyorum, kimse bakmazken bakabiliyorum, kimsenin inanmadığına inanmaya cesaretim var.<br /><br />Dünyanın en saçma fikrine inanan adamlar da diyebilir bunu, "kimsenin inanmadığına inanmaya cesaretim var." Öte yandan insanlığın belki 50 yıl sonra anlayabileceği bir fikir üzerinde çalışan insan da diyebilir.<br /><br />Ufolar geçiyor allı yeşilli, konserler gelip geçiyor, ben bakıyorum.<br />Adalet mi bu?<br />Gitmediğim her konser süper, görmediğim her film üstün. Gittiğin, gördüğün vakit kime ne anlatacaksın, hayatında nasıl bir değişiklik yapacaksın, kimlere ne katkın olacak?<br />Bu adalet mi yani?<br /><br />Çevrende x adet ortalama-üstü kıymetli insana sırtını döndün, buna rağmen hiç de mutsuz değilsin. Ben beş para etmez birine haddini bildirdiğimde karma canıma okuyor, içimdeki küçük hümanistlerle insanın insanlığı hürmetleri canıma okuyor. O da olmazsa bütün egolarım bir olup "yakıştı mı?" diyor. Bu mu adalet?<br /><br />Her birinin yüzünden adalet duygum biraz daha yıpranıyor. Adalet duygusu var, herkeste var, iyilerin ödüllendirilmesini, kötülerin cezalandırılmasını isteyen, fırsatı olduğunda buna uygun davranan yerler komple adalet arazisi oluyor. Kendi adaleti getiremiyorsa bünye, daha üst bir otoritenin, üstün bir iradenin bu adaleti getireceğine inanmak ister. Bu bazen devlet olur, bazen tanrı ve şahsında tapınılan tüm varlıklar, bazen karma, bazen de ordu olur. Bir kısmı süper kahramanlara inanmak ister, bir kısmı süper kahramanlar yaratır. Tatmin edilmemiş adalet duygusunun ihtiyacı inanca dahi sebep olabilir.<br /><br />Halbuki basitçe, iyilik yapınca iyilik görmeyi, birisi bize kötülük yaptığında onun cezalandırılmasını, kötülük yapınca da "bi dakika açıklayabilirim" demeyi, istiyoruz. Adalet ihtiyacımız bu kadar. Bunu çok zaman karşılayamıyoruz; ne sorumlu bulabiliyoruz, ne de sorumlulardan hesap sorabiliyoruz, . Yapabileceğimiz en iyi şey genelde daha yüksek bir iradeye havale etmek. Alakalı bir kanun varsa kanun uygulayıcıya, yoksa adalet sağlayıcı, inançla var olan bir "varlık"a. Er geç hakkın yerini bulacağına inanmakla tatmin olabiliyoruz.<br /><br />Yani, adamın biri çok ufak bir eforla sana tarifsiz acılar yaşatabiliyorsa, bu ya adil değildir, ya da orada görülmeyen bir şey vardır. Adalet duygun gereği bunun adil olduğuna, olan bitenin adalet ve düzen üzre devam ettiğine inanmak istersin. Bu adil değilse adaletin tecelli edeceğine inanırsın. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir başka gün, bu hayatta olmazsa bir başka hayatta. Değilse akıl sağlığını korumak zor olur. "Bu kazıktan da bir şeyler öğrendim, ne de güzel olgunlaştım" da, nereye kadar, daha kaç defa?<br /><br />Şimdi birisi kalkıp "blasphemy!" diye bağırsın. Öyle bir ortam.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-51129307562151039922008-09-20T00:32:00.003+03:002008-09-20T02:16:19.717+03:00zihin - selBütün bu konuşmalar, iletişim, alışveriş, fikir akışı ne işe yarıyor?<br /><br />Onlarca insanın arasında, ama her birinin arasındaki iletişim, ortaya koyduklarını biriktiren bir bulut olsun. Yüzlerce insanın, onların kombinasyonlarının, yüzlerce bulutu. Binlerce insanın, fikir birikiminin ve aktarabildiklerinin tutulduğu bulutlar olsun. Zeka saçsınlar, çılgın argümanlar geliştirip çok canlı fikirler oluştursunlar. Bulutların zenginliği insanları birbirine bağlasın, bir bulutun güzelliği oraya başkalarını çeksin. Fikirler aksın, çeşitlilik, bilgelik oluşsun. Bulutların birer izdüşümü de hafızalarda bulunsun; artık izdüşebildiği kadar.<br /><br />Sonra?<br /><br />Önümden akıp giden argümanlara müdahale edemiyorum bile. Halbuki öyle değil, halbuki eksik, biliyorum ki bir şeyler eksik. O akanı besleyen başka şeyler var, o çok saçma bulduğun şeyin bir sebebi var, ben bunu biliyorum. Bir sebebi olduğunu da, çoğu zaman o sebebi de. Ama sana söylemeyi, toplayıp tek yönden akıtmaya başladığın mainstream'e o diğer tali "stream"leri eklemeyi gereksiz buluyorum. Sen tek bir fikri oluşturup anlatırken ben o tekten fazlasını düşünüp toplayıp bir de sana anlatmalıyım çünkü. Hem düşünüp sıraya sokacağım, hem de bir hikaye haline getirip ifadelerini düzenleyeceğim. Peki anlattığımda ne olacak? Bu anlatım sana, bana ne katacak? Dünyalar kadar fikirler çıkardım yalan yanlış, dünyalar kadar bulutlar doldurdum, dünyalar kadar argümanlar yarıştırdım, yazdım-çizdim-anlattım-dinledim-düşündüm, zihin jimnastiği yaptım, ne işime yaradı?<br /><br />Her şeyi bildiğimi iddia etmiyorum, aslında çok az şey bilirim.<br />Çok az şey hakkında konuşabilirim.<br />Çok az şey bildiğimi de, çok konuda azar azar bilmenin utanç verici olduğunu da bilirim.<br />Ama sıra "dolu" şeyler, fikir bulutları oluşturmaya gelince yokum. Gündelik konuşmalar, laf olsun diye, aslında düşünmeden öylece gidebiliyor - kime neden kızmışım, bilmemne marka ne de zevksiz, bu ayakkabılar çok eskimiş gibi. Düşünmek "düşünmeyeyim" diyerek durdurulabilecek bir şey değil tabii ki, ama o bir köşede akıp giderken onu yüzeye taşımak, açığa çıkarmakta yokum. Onu bir konuşma haline getirmek boş iş adeta. Ne kadar bildiğimi mi ispat edeceğim? Fikrimi belirtince, akıl yürütünce hayranlık mı uyandıracağım, saygı mı kazanacağım? Tek bir yönden gelerek akıl yürütmeyi becerebiliyor muyum ki? Yürüttüğüm bütün akılları etrafa saçıp bulutlara doldurduğumda, zihinlere izdüştüğümde ne olacak?<br /><br />Bugüne kadar ne oldu?<br /><br />Bugün konuşmam için bir sebep var mı?denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-36121279643961806952008-08-21T03:10:00.003+03:002008-08-21T03:40:30.890+03:00tipitipLaf gelir, adam ağzını açıp fikir yumurtlayacaksa illa bir "Seksenlerin apolitik gençliği" teranesi okur. Şarttır, sosyolojik tespit yapacak çünkü.<br /><br />Seksenlerde doğmuş, ya da çocukmuşlar son on senedir bu dallamanın "gençlik" derken kastettiği kitleyi oluşturuyor. Apolitik dediği de, politik değil, siyasi görüşü yok ya da açık etmiyor, saçma salak protesto olayına karışmıyor, eyleme filan gidip kendini rezil etmiyor, bu. Ama bizimki her nasılsa bu "apolitik" diye etiketlediği, tepeden baktığı topluluğu "fikirsizlik"le itham ediyor gizliden. Açıktan dese olmaz sinsi gibi sokuşturuyor bunu, ben anlıyorum. Gençlik de çok alınıyor ki bu duruma, son günlerde çok hareketli. Bir politiklikler, protestolar, eylemler... 68 romantizmi de yavaştan yayılıyor ortalığa, tohumlar atıldı. Rock alemi şenlendi, herkes rocker olup alayına isyan peşinde. Şekilde süperiz, bitliyiz, sarhoşuz, asiyiz. Bilip bilmeden konuşmakta üstümüze de yok. Birkaç sene sonra bünyeler romantizme doydu mu 68 ruhu geri gelecek. Milenyumun ilk 68 hayaleti, biraz yoz, biraz da kof, ama o kadar olur...<br /><br />Şimdi sen bir gençlik olarak içinde bulunduğun "gençlik" topluluğuna bakıp "ıyy apolitik salaklar, ben düşünüyorum ve şu an eyleme gidiyorum tamam mıaa" dediğin vakit kendi içinde bir devrim başlatıyorsun ama azıcık okusan anlayacaksın ki insanoğlu hem birey hem topluluk olarak bu evrim/devrimden defalarca geçti, sonuncusu yıllar önceydi.<br /><br />Fikrini çemkirerek belirtme genç, adam ol, fikir sahibi olduğunu biz anlarız.<br />Takım tutar gibi fikir adamı tutma genç, oku, anla. Sessizce takdir et.<br />Kendini asi ya da farklı sanma genç, sex/drugs/rock'n roll bunlar keşfedildi daha önce.<br />Çalıntı lafla espri olmaz genç, fikir de olmaz. Okuduğunu sindir.<br />Seviştiğini herkese bağırma genç, uyuyan var.<br /><br /><br />Bir de yaşın geçmiş genç, sana genç diyorum, lafın gelişi.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-46754789367281874572008-08-04T01:10:00.003+03:002008-08-04T02:28:56.709+03:00mutluluk budalasıMasalın bana bir zararı yok...<br /><br />Güzel olsun, başı - sonu - ortası tutarlı olsun, yeter. Kimin masalı olduğu da farketmez. Aslında farkeder, ama farketmez. Rollerini iyi oynasınlar, masalı güzel kılsınlar, ben onu izlemesini bilirim nasıl olsa. Göremediğim yerleri de tamamlarım, hatta elimde olsa veririm senaryoyu oynarlar. Bazen orada bir köşede oturmak isterim, masalın içinde, ama uzaktan bakarım. Size görünmek istemem, ayrı kapılardan girer ayrı kapılardan çıkarız. Bu masalın aslı aynı, ama hepimize bakan tarafı farklıdır. Aslında gördüklerimi bir göstersem çok beğenirler, çünkü ben hep güzel masallar yazarım. Hepiniz mutlu olun isterim.<br /><br />Mutlu geceler.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-3959200000933606342008-07-31T16:01:00.002+03:002008-07-31T16:09:40.421+03:00sebepsizYeri geldiğinde mesele kan davası dahi olsa affetmek, unutmak mümkün. Belki affetmek mümkün ama unutmak değil, meselenin büyüklüğüne göre değişir. Yani husumete bir sebep olsun, yeter.<br /><br />Sebepler önemlidir, aklımız, kavrayışımız sebepler sayesinde işler. Sebeplerle izah edebildiklerimizi anlar ve önlem alırız; ya da önemsiz olduklarına hükmeder geride bırakırız. İki kişi, iki grup arasına giren şeyin ne olduğunu bilmek/belirlemek bu yüzden önemlidir. Çünkü işleri düzeltmek için anlamaya, anlamak için sebeplere ihtiyaç duyarız. Düzeltesimiz yoksa tavrımızı devam ettirmek, bunu kendimize açıklamak için de bir sebep ararız.<br /><br />Barışmak isteyen diğerine sebeple gitmeli, sebep olan halledilip barış temin edilebilsin diye. Ama ortada bir sebep yoksa, bilinsin ki o yakınlığı tesis etmenin imkanı da yoktur. Anlaşılır cinsten bir kazık, affedilir cinsten bir suç, açıklanabilir cinsten bir kaza aranmasın; sebep yoksa, barış da yok.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-38127869384999633162008-07-13T14:43:00.003+03:002008-07-13T14:56:47.595+03:00içten pazarlıklı b planıBir işe kalkışırken her zaman bir b planın olsun.<br /><br />Çok sevdiğin ve güvendiğin birisiyle iş kurdun diyelim. Bütün paranı ona yatırma mesela. Adam iki gün sonra kalkıp "hacı olmuyo yeaaa bırakıyorum ben" dediği zaman ne halt edeceğin belli olsun. "Ben öyle adamlarla iş kurmam" deme, her kim ki insanları tanıdığını sanır, o ziyandadır.<br /><br />Sevgili yaptın diyelim. Arkadaşlarınla görüşmeyi kesme. Kendileri bugün "şununla görüşme, bunu sevmedim" der ama bir zaman sonra o gider, baki kalan arkadaşlardır. Ortada kalma. "Aşk, sevgi, bunlar güvenle olur" deme, "Ben sana güvendim" deyince kimse seni terketmekten vazgeçmez.<br /><br />Her yere beraber gittiğin, şeyi beraber yaptığın, en iyi arkadaşın var diye başkalarını aramamazlık etme. İki gün sonra aranız bozulur, kimi arayacağını şaşırırsın. Bağını koparma.<br /><br />Bir şeye kızıp, emek vererek hasıl ettiğin bir değeri yok etme. Ediyorsan da dönüşü olmaz bir tahribat yapma. İlla tahrip edeceksen yerine geçecek başka bir şey hasıl et. Özlersin, ihtiyaç duyarsın.<br /><br />B planın olmadan yaptığın her iş, sana bir zavallılık olarak geri dönebilir. Yoluna devam etmeyi bil, tali yolları aklında tut. Birilerinin arkasından bakıp "O yoluna devam etti" deme. Yoluna devam eden ol.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-82876400875256890142008-04-18T23:34:00.001+03:002008-04-18T23:36:19.073+03:00bilemedim<span style="font-style: italic;">Birisine bilerek ve isteyerek zarar vermek mi kötüdür, yoksa bilmeden yahut istemeyerek zarar vermiş olmak mı?</span>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-17182021756707270102008-04-08T02:30:00.002+03:002008-04-08T02:35:55.860+03:00zavallılık<span style="font-style: italic;">Kendi acılarını anlatarak takdir ve ilgi beklemekten daha çirkin bir şey varsa, o da başkalarının acılaryla reklam yapmaya çalışmaktır.</span>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-89038465002509838172008-03-25T23:14:00.000+02:002008-03-25T23:17:16.370+02:00emo kafasıMaziye bir dönüp bakarsan görürsün ki... Eah, ne mazisi yahu? Emo dediğinin mazisi mi olur? Herif en yakın mazisinde portakalda vitamindi...<br /><br />O zaman maziye bakmadan şöyle etrafa sağlı sollu bakarsan görürsün ki herkes sensiz mutlu. Sen gidince yüzlerine kan gelmiş adeta, adama benzemişler üstelik. Bir tek sen değilsin mutlu, sensiz değilsin çünkü. Ünlü bir Türk düşünürünün de dediği gibi, "nereye gidersen git, kendini de götürürsün yanında."<br /><br />Bunun adı emo kafası, kafanın dışı da, içi de bir.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-56201142065063773382008-03-24T00:40:00.003+02:002008-03-24T01:09:41.650+02:00garipSağda solda internetin pek yaygın olmadığı, öyle sınırsız sonsuz seçeneklerinin bulunmadığı zamanları hatırlatan şeyler gördükçe zihnimde bir şeyler canlanıyor. Sahne desem değil, durum desem sanki o da değil. Kokuların çağrıştırdığı cinsten, bir çeşit imgeler hücumu galiba.<br /><br />Bir kere eski zamanlar... Kişisel tarihimden dışarıya çıkamıyorum maalesef burda, o kadar evrensel düşünemeyeceğim. Şu kadar eski zamanlar; okulun belli bir saatte bittiği ve sınavlara bir gece önceden çalışılabildiği, "sorumluluk"un ödevden ibaret olduğu kadar.<br /><br />Kişisel tarih filan dedim de, bahsettiğim zamanlar lise zamanlarına tekabül ediyor ama benim hiç okuldan eve geldiğim bir lise tarihim olmadı. Olsun isterdim. Ortaokul zamanlarından yardım alarak geliştirdiğime göre, hayalgücümün de yardımıyla şöyle bir sahne; son ders biteli yarım saat-bir saat olmuş, formanın çıkarılmasıyla o gün okula dair (ve aynı zamanda hayatın o devresinde sorumluluğa dair) her şey geride kalmıştır. Odaya girilir, küçük dünyaya dalınır. Bu küçük dünyanın merkezinde bazen kitaplar, bazen dergiler, bazen de internete kısa ve kıymetli sürelerle bağlanan bir bilgisayar vardır. İçerde hava, dışarıya göre serindir, çünkü dışarda ikindi güneşi varken pencereyi açınca odaya aydınlık bir rüzgar eser. Pencereler açılır, biraz sonra hava hala kararmamış fakat serinlemiştir, perdeler havalanır. Fonda o rüzgar varsa, akşam yemeğine kadar keşfedilen her şey tatlı, öğrenilen her şey kalıcıdır. Bunlar da bir nevi çalıntı zamanlardır, akşam yemeğinden sonra oturulacak ödeve kadar, keyif veren şeylere ayrılmış kıymetli vakittir.<br /><br />İnternete dair ilk parçaları ve bilgisayara dair güzel şeyleri, ilk "bir kitap okudum hayatım değişti"leri ve yeni olan her şeyi keşfettiğim zamanların böyle bir yerde geçmesini isterdim. Şimdi buradan durup bakınca, o zamanlar o yaşlarda olup buna benzer bir ortamda geliştirilmiş şeylere referans veren her türlü içerik bana böyle bir "esinti" getiriyor. Bu da içinde hiç kıskançlık olmayan bir özenti, gerçekleşmemiş bir dilek oluyor.<br /><br />Bir "ev"e dair ikinci dileğimdir bu.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-40465139295841277262008-03-11T00:45:00.003+02:002008-03-11T01:23:24.464+02:00unutmadan"Hayattan insan çıkarmak" diye bir şey vardır, cafcaflı söz meraklıları kullanmaya pek bayılır; "ben hayatımdan çok insan çıkardım". Bir yapana sormak lazım, hayattan insan çıkarmak telefon rehberinden bir numara silmekten ne kadar fazla? Ya da, telefon rehberinden bir numara siler gibi bir hayatın bir başka hayattaki izlerini yok etmek mümkün mü?<br /><br />Unutmak büyük nimet, tabii kullanması bilinirse. Asla bir sihirli değnek değil; çare ama, kolay ve bedelsiz de değil. Hayattan insan çıkarmak, unutmaya karar vermek ve uygulamaya başlamak olsa gerek. Netice itibariyle de izlerin derinliğine, çokluğuna göre değişecek bir süre sonunda, bir kişiden "arınmak" demek. Tek bir kontrol edilemez tarafı var ki, o da hayattan çıkarılan kişinin hayatında edinilmiş yer...<br /><br />Buradan bakılınca, hayattan insan çıkarmak, bir hayattan çıkmaya göre çok daha kolay. Herhangi bir kimse, rehberden numara silmekle başlayıp, birtakım eşya atmakla, uzakta geçirilen bir süreyle hayattan çıkarılabilirken, bir başka hafızadan çıkıp gitmek, kontrol sahibi olunmayan bir yerle alakalı şımarıkça isteklerde bulunmak, bildiğimiz dünyanın kanunlarına baş kaldırmaktır.<br /><br />Unutmaktan daha zor bir şey varsa, o da unutulmak. Elde değil çünkü.<br /><br />Halbuki ben, bazı hayatlardan çıkmak istiyorum. Aldıklarımı geri verip, verdiklerimi almak, hesabın altına bir çizgi çekip dipte bucakta sinmiş kokuları dahi yok etmek ve çekip gitmek istiyorum.<br /><br />Yakmaktan, yıkmaktan, kırıp dökmekten, kapıları çarpmaktan çekinecek değilim.<br /><br />Bildiğimiz dünyanın kanunlarına baş kaldırarak ve şımarıkça istiyorum bunu.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-39087801404649334092008-03-03T23:01:00.004+02:002008-03-03T23:34:39.689+02:00su sızıyorKadın elinden çıkma yazılarda kadın sorunlarına kadınca bakışlardan, üçüncü sayfa haberlerindeki istismar edilen kadının çığırtkanlığının yapılmasından, "türban" meselesine "modern kadın" gözüyle bakıştan baydım feci. Kadın duygularınıza, erkek oluş halinize dokunmadan bir insan olsanız iki dakka, evvela vicdan organlarınızı yoklasanız da öyle konuşsak, gerisi ufak bir ayrım.<br /><br /><div style="text-align: center;">***<br /></div><br /><div style="text-align: left;">Yazsam yazsam hiç anlaşılmasa, kelimeleri dizsem dizsem rastgele, o da benim dünyam olsa. Alabildiğine soyut bir anlatımı benimsesem, bir gün muhayyileden, diğer gün pantolonlu buluttan dem vursam. Öyle yapıyorlar bazen, kim anlıyor, kime anlatılıyor bilmiyorum, bana değil herhalde.<br /></div><br /><div style="text-align: center;">***<br /></div><br /><div style="text-align: left;">Bunaldıkça kaçacak delik arayanlar er geç ana rahmini keşfedecekler. Hep vardı gerçi ama, yeniden trend olacak görürsün. O vakte kadar bir şirket kurup ana rahmine günübirlik seferler düzenleyelim diyorum, ha Muhsin?<br /></div><br /><div style="text-align: center;">***<br /></div><br /><div style="text-align: left;">Babaannemin 15 sene öncesine kadar peynir suyu süzdüğü kesenin yıkanmış ama çıkmamış kokusu, eve sinmiş yoğurt, peynir, serin serin kap kacak kokusunun, arka odaların havasının sokak ortasında ne işi var? Bu da mı rutubet ulan?<br /></div><br /><div style="text-align: center;">***<br /></div><br /><div style="text-align: left;">Düşün taşın, tart biç, en sonunda elindeki teraziden şüphe eder hale geldin. Varoluşsal birtakım fikirlerle dertlendin, pekiyi kredi kartının limiti TopShop'ta bitince dertlenenden daha fazla bir katkın mı oldu dünyaya? Ne bağırıyorsun o zaman?<br /></div><br /><div style="text-align: center;">***<br /></div><br /><div style="text-align: left;">Eskiden soyut ve somut ayrımı böyle kolaydı; duyularla algılayabildiklerimiz somut, algılayamadıklarımız soyut. Prefrontal korteks bir duyu organı değildir, hayır. Kıskançlık soyuttur. Artık o kadar kolay değil, ağaç mesela, soyut. Ne ağacı? Meşe ağacı. Meşe ağacı somut, en az meşe odunu kadar, somut, ve budaklı.</div>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-66243754416482582532008-02-28T01:46:00.010+02:002008-09-27T00:27:06.917+03:00ah bu şarkıların gözü kör olsun<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://batzbatz.com/uploads/posts/2008-04/1208848275_final-attraction-2007.jpg"><img style="margin: 0pt 0pt 10px 10px; float: right; cursor: pointer; width: 206px; height: 206px;" src="http://batzbatz.com/uploads/posts/2008-04/1208848275_final-attraction-2007.jpg" alt="" border="0" /></a><br /><br />İki hafta kadar evvel mtv'de rastladım bir videoya, nip/tuck tadındaki vitrin mankenleri dikkatimi çekti dekor arasında. Evet evet, bu video dikkatimi celbetmişti, sonuna kadar seyrettim. Kimdir bu işin sorumluları merak ettim, gösteriden sonra kulise gidip ellerini sıkmak istedim.<br /><br />Cinema Bizarre adlı bir grupmuş bunlar. Şarkının ismi de Lovesongs (They Kill Me). Mevzubahis video şu linkte;<br /><br /><a href="http://www.youtube.com/watch?v=NbhuvD8DSW0">http://www.youtube.com/watch?v=NbhuvD8DSW0</a><br /><br />Birkaç gün sonra hala unutmadığımı farkedip bunda bir alamet olmalı diyerek, evvela şu videoyu bir daha seyredeyim dedim. Akabinde bunlar yeni bir grup mu, eski mi, underground mu, yoksa bir başka tarzdan bu hale prodüktör marifetiyle mi gelmişler, efendime söyleyeyim grup elemanları reşit mi, bu aktivite çocuk istismarına girer mi gibi sorular zihnimde dolaşmaya başladı. Bunları tek bir şarkıdan anlayabilmek mimkin değildi, böylece ufak çaplı bir araştırmaya giriştim.<br /><br />Araştırmalarım neticesinde Almanya kökenli, profesyonelce "produce" edilmiş süper bir gösteri grubu oldukları kanaatine vardım. Yine de kendilerine "hıh" deyip geçemiyor, haklarında daha çok bilgi sahibi olmayı manyakça istiyordum. Güzel tasarlanmış web sitelerinin Almanca oluşuna tilt olmuş da olsam haklarında materyal aramaktan vazgeçemedim. Gösterdiğim alaka beni de şaşırtmıştı, "Bu teenage grupları piyasası takip edilmez oldu hacı, sevmiyorum, tiksiniyorum" laflarından sonra, "bu eller... bu eller artık bir işe yaramaz" deyip de iş başına geri dönmek gibi, ve dahi yeniden aşık olmak gibiydi.<br /><br />Tarzlarının rock iddiasında olduğunu sanıyorum. Benzer şekilde "produce" edilmiş (kötü bir tabir ama yapılmış mı demeliyim, yapımlandırılmış diye element mi uydurmalıyım bilmiyorum.) diğer grupları gözlerimde tomurcuk yaşlarla, dün-bugün-yarın tripleriyle hatırladım sayelerinde. Mesela bir HIM vardı, şu videoyu hatırlayalım:<br /><br /><a href="http://www.youtube.com/watch?v=7k1z5M3BDZo">http://www.youtube.com/watch?v=7k1z5M3BDZo</a><br /><br />HIM'in ilk albümünden sonra güçlü prodüktörlerce keşfedilip allanıp pullanması, erkek güzeli vokalin boyanıp genç kızların önüne atılması neticesinde, bu şarkıyla başlayıp birbirinden yavşak şarkılarla dolu albümler çıkarmasının başlangıcıdır bu video. Bakınız birbirinden saçma unsurlara, o "join me in death" temasının çiğliğine, şu gösterişe. Valo'nun prodüktör eli değmemiş imajına bir bakınız (when love and death embrace adlı şarkının videosu olabilir mesela), bir de şu imaja bakınız. Nasıl da doğru yerler vurgulanmış, nasıl da hedefe varılmıştır. HIM kendi halinde bir rock ve dahi cover grubuyken (Wicked Game coverı da çok iyidir bu arada) dünyaya bu imaj ile açılmış, genç kızların ve teenagerların love metal idolü olmuştur. İmza günlerine gelen zavallı gençlerin kılığından kıyafetinden HIM çılgınlığının boyutlarını anlayabilmek pek mümkündür.<br /><br />Pekiyi, elde mukayese yapılacak bir ilk albüm yoksa, bir Cinema Bizarre hadisesinin prodüktör allaması ve de pullaması olduğunu nasıl anlayabiliriz? Evvela, yaşının 19 olduğunu öğrendiğim bir frontman'i ve daha fazla göstermeyen elemanları olan bir grubun saçıyla, makyajıyla, kıyafetiyle böylesine profesyonel bir imaj çıkarması pek mümkün değildir. Makyaj yapıp travesti gibi giyinen heriflerin bunu zamanla kendine yakışanı giymek haline getirmişleri ile, "sana bu imaj çok gider şekerim" direktifiyle edinmişleri arasındaki fark son derece açıktır. Yaptıkları müziği karşılaştırmadan, şu iki resimdeki grubun imajlarına bakalım;<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://www.hizliresim.com/2008/5/13/233.jpg"><img style="cursor: pointer; width: 320px;" src="http://www.hizliresim.com/2008/5/13/233.jpg" alt="" border="0" /></a><br /><br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://digitalvampire.net/music/london_after_midnight/london_after_midnight.jpg"><img style="cursor: pointer; width: 383px; height: 170px;" src="http://digitalvampire.net/music/london_after_midnight/london_after_midnight.jpg" alt="" border="0" /></a><br /><br />İnsanın şu kılığı kendine bir yakıştırması var. Bakınız mevzu bahis grup London After Midnight'a (alttaki resim), bakınız ve ibret alınız şu "ben anamdan travesti doğdum" halinden. CB elemanlarının da sebat ederlerse zamanla alışacaklarını umuyorum. Zira bir promo çekimi sırasında bayram çocukları gibi yeni elbiseleriyle stüdyolarda koşuştuklarını gördüm, olsun o kadar dedim. Bu şekle şemale dün kavuşmamış olabilirler, sorsanız "biz altı yaşımızdan beri visual kei kanunları üzre bu anime kılıklarıyla geziyoruz" diyeceklerdir. Fakat bu şeklin insanın kendi eliyle yapılmasını geçtim, herhangi bir kuaföre tarif edilmesi de zordur. İnsanın on yılın sonunda bu kılıkla gezmesi ile iki senede kendini image maker'ların elinde bulması arasında fark vardır. Frontman karizması dediğin <a href="http://www.olaf-siebert.de/img/zillo014.JPG">nah böyle</a> olur demeden de geçemeyeceğim bu arada.<br /><br />Makyaj konusunda bir parantez açmak istiyorum, eski kanaatlerimin aksine bu bir yakıştırma hikayesi değilmiş. CB çocuklarının suratlarına dikkatlice bakılırsa hiçbirinin erkek güzeli olmadığı açıkça görülür. Bildiğimiz Alman veledidir hepsi. Tamam şarkı söyleyen eleman biraz daha güzel gibi, öyle olsun. Yoldan çevirdiğimiz erkek adamı bozan makyaj bunları neden bozmuyor diye sorulduğu vakit vereceğim cevap, "profesyonellik şekerim, profesyonellik" olur.<br /><br />Çekilmiş üç adet videoda da bu profesyonellik açıkça görülüyor zaten, her biri bambaşka bir konsept, bambaşka kıyafetler kullanılmış. Kolaya kaçılmayıp cidden özenilmiş, uğraşılmış. Yapılan iş müzikte bir devrim olmasa da iyi sunulmuş, bu yüzden takdiri hak ediyor. Sanırım ikinci video, albümdeki "sinema teması"na sahip, şuradan görülebilir;<br /><a href="http://www.youtube.com/watch?v=IFpC7QBOWYY"><br />http://www.youtube.com/watch?v=IFpC7QBOWYY</a><br /><br />Şarkı tabii ki, teenage fanleri zorlamayacak sözlere, akılda kalır melodilere sahip, gerçekte pek de bir özelliği olmayan, basit bir iş. Buna rağmen düzenlemede ve kayıttaki profesyonellik, yine bu çocukların arkasındaki sağlam desteğe işaret. Kendileri de ortamda biraz yabancı, mizansende biraz eğreti duruyorlar zaten. Bilemiyorum nasıl ifade etmeli bu "altında kalmışlık"ı, ama zamanla aşacakları/alışacakları kesin.<br /><br />Zaten bir sonraki video olduğunu tahmin ettiğim <a href="http://www.youtube.com/watch?v=C39m74GCnYY">şu</a> videoda, yine özenilmiş bir gösteri olduğu ve bizim çocukların duruma gittikçe daha da yakıştıkları görülüyor. Bu şarkıya da dikkat edilmesini özellikle rica edeceğim, bir yerlerde daha evvel duyduğuma emin gibiyim. Bir youtube videosu fonu olur, daha eski bir şarkı olma ihtimali olur, ya da sadece benzetiyor da olabilirim. Şarkıyı tek başına bir yerde duymuş olsam ilk tahminim, "aa The Rasmus değil mi bu?" olurdu. Sahi bir The Rasmus vardı, ne oldu onlara? Finlandiya'nın yüz karaları, şarkılarını çatlak sesle vokallendiren karga tüyü gotikleri olarak tanıdığımız The Rasmus'un da geçmişinde bu şarkıya pek benzer bir <a href="http://www.youtube.com/watch?v=Gsk1BFayipM">işleri</a> bulunur ki seyredilmesini, dinlenmesini şiddetle tavsiye eder, bu gruba da şefkatle yaklaşılmasını isterim bu sebepten. Zira onları da "dünyaya açılma" sırasında imajlandırmış bir ekip vardır sanırım, ve şu an bildiğimiz iğrenç The Rasmus halinden bunlar sorumludur. Halbuki gayet neşeli ve eğlenceli çocukların grubudur The Rasmus, insanın şu videoyu gördükten sonra homini humini diye yolda durdurup sevesi gelir.<br /><br />Cinema Bizarre'ın ise henüz ne tür çocuklardan oluştuklarını çıkarabilmiş değilim. Almanya'daki tanınmışlıkları ile dünyadaki tanınmışlıkları aşağı yukarı aynı. Yeni yeni televizyon programlarına çıkıp saçlarını bozmadan kameralara kaçamak bakışlar atan minik weirdolar olarak görünüyorlar. Tabii birtakım teenager tarafından idol haline getirilmiş olduklarından şüphem yok. Fan forumları varsa oralardaki sohbete göz atmak şahane bir deneyim olacaktır bu konuda.<br /><br />Ben esas, büyük konserler vermeye başlayınca sahnede yapacakları taşkınlıkları merak ediyorum. Bariz travesti olan yan vokal eleman ve ultra şirin anime yaratığı basçı arasında geçecekleri düşünüyorum, onlara "sahnede öpüşürseniz seyirci nasıl çığlık atar biliyo musunuz" demek istiyorum. Ve bir ikinci albümleri olursa yapacakları müziği de merak ediyorum, çünkü bu tarz grupların imajla geçemeyecekleri bir sınavdır ikinci albüm. Prodüktör gölgesinden biraz çıkıp kendi müziklerini yapabilecekleri ve umarım kabul görecekleri bir albümdür. My Chemical Romance gibi gayet kolpa bir grup bunu yaptıysa CB'nin de yapması dileğimiz, temennimizdir.<br /><br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://i217.photobucket.com/albums/cc15/xCBSPx/Cinema%20Bizarre/IMG_6942.jpg"><img style="cursor: pointer; width: 348px; height: 245px;" src="http://i217.photobucket.com/albums/cc15/xCBSPx/Cinema%20Bizarre/IMG_6942.jpg" alt="" border="0" /></a><br /><span style="font-style: italic;font-size:85%;" >Şu şirinliğe bak yahu yirim ben sizi<br /></span>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-30182941722644485022008-02-25T02:30:00.002+02:002008-02-25T02:37:32.000+02:00küçük şeyler - 3Groupie olmaya eğilimliyim galiba. Pişkolocik sorunlarım var, gerçekten.<br /><br />Hani hiçbir şeyi beğenmiyorum ya göya, bazen neleri beğendiğime ben de şaşırıyorum.<br /><br />Bu salak detayı sözlüğe yazmayı denedim, bir başlık uyduramadım. Biliyorum ki benden başka seven var bunu, var ulan. Tek seven ben olamam.<br /><br />Şudur; bir konserde vokalist/frontman aynı zamanda enstruman (tercihen gitar) da çalıyorsa, performans sırasında kendi kısmını çalar, bitirir ve pena tuttuğu elini mikrofona götürür. Pena tutan parmakları diğerlerinden ayıraraktan, eğretice kavrar mikrofonu. Tercihen ve bazen, sağda/solda duran seyircilere döner.<br /><br />İşte o tribin bütünüdür.<br /><br />Bunu yapan eleman hangi grubun mensubu olursa olsun, isterse feci bir müzik yapsın, o andan itibaren ben onun hastasıyımdır.denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17919099.post-10570003674012300662008-02-19T23:22:00.003+02:002008-02-20T00:45:34.781+02:00Bir tarihte demişim ki,<br /><br /><span style="font-style: italic;">Her şeye rağmen anlatmak, ifade etmek mi; ifadenin "olgunlaşmasını" beklemek mi?<br /><br /></span><span style="font-style: italic;">Konuşabiliyor olmak böyle özel, böyle şerefliyken, durup fırtınaların dinmesini, taşların yerine oturmasını beklemek de bir yol, bir tercih. Çoğu zaman, paylaşmak ve olgunlaşmak arasında bir tercih. Paylaşılarak küçülen şeyleri kimselere vermeyip yerinde tutmak, biriktirmek, ve yakmak, ve yanmak, ve pişmek, ve sertleşmek bir olgunlaşma ise zaman zaman bencil davranmalı.<br /><br />Zaten "paylaştıkça hafifleme" tespiti, ancak kişinin kendi zaviyesinden bakıldığında doğrudur; ağırlığın dağıtılması sebebiyle kişi yükünden kısmen kurtulmuş fakat toplam ağırlık aynı kalmıştır </span>[kütlenin korunumu varsa bunun da bir çeşit korunumu olmalı. Fizik bilmek mi demiştik?]<span style="font-style: italic;">. Birikenlerin yanmasını beklemek, pişmekten daha çok acı ve sabır istese de, dağılmış parçaların her birinin yok olmasını beklemekten daha imkansız değildir. En zorlayıcı tarafı ise, yanmadan önce taşınabilecek ağırlık miktarıdır.</span>denemeci paşahttp://www.blogger.com/profile/11111159221220657996noreply@blogger.com0