Pazartesi, Aralık 31, 2007
bugünlük
Galiba ilk defa, gerçekten dinlemek istemiştim. Haklı çıkarmaya, iyi hissettirmeye çalışmadan, sadece dinlemek istedim. Huzur verebilir miyim bilmem, ama huzurla dinleyebilirdim.
Salı, Aralık 25, 2007
mimli post
Garip bir çekingenlikle, bir yerlerden aparttığım bu soruları cevaplayacağım şimdi.
Çekiniyorum. Kendimi, üzerime vazife olmayan bir işe karışmış gibi hissediyorum; bana sorulmamış, sorulduğunu ispat edemeyeceğim soruları alıp, bana sorulmuş, benimmiş gibi cevaplamaya kalkıyorum. Cevaplarımın belki kimseyi ilgilendirmediği bir konuda sorulmuş soruları, ilk defa bir günah işliyor gibi ikiyüzlü bir çekingenlikle buraya ekliyorum. Sebebini sanırım cevapları yazdıktan sonra belirteceğim.
1-) Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
-- Geç saatlere kadar uyanık kaldığım, ama gün aydınlanmadan yattığım zamanlardan birinde yine saçma sapan bir şeye kafayı takmış, internetin derinliklerinde salak ve saplantılı bir seyahate çıkmıştım. Hiç durmadığım için aramaktan yorulduğumu da farketmemiştim, aradığım şeye çok yaklaştığımı mindsay denen bir yerde keşfettim. Son derece mantıksız bir şekilde ifade ettiğim maceranın bu bölümü gerçekten de çok belirsiz, bende kokuya benzer bir duyguya tekabül ediyor ve bu yüzden pek tarif edemiyorum. İşte bu mindsay altında blogger'a göre daha basit, bana göre çok kullanışlı bloglar barındıran bir yerdi. Community olarak beş para etmezdi, ayrı. Ama yine de bu ilk blogumu çok sevdim ben, kişisel "publishing" olarak çok aktif olduğum bir dönem olmasa da bu blogu açtığım tarihi alabilirim sanırım; 25 ocak 2004. Düzenli post'lar ise ekim 2004te başlamış. Anlatmak isteyip dinletemediğim bir zamanlar blog yazmak çok işimi görmüştü, dağlara taşlara bağırmak gibi. Sonraları, defterlere yazdığım, aklımın köşesinde biriktirdiğim şeyleri blog denen yere yazarsam daha derli toplu durur diye düşündüğümden, yazmaya devam ettim.
2-) Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
--Yazdıklarımın belli bir çizgide değil ama belli bir "biçim"de olmasını gözetiyorum. Çizgiden kastedilen nedir anlayamadım ama ben biçim derken neyi kastettiğimi anlatayım: geniş zamanlı şeyler yazmaya, cevabını bulamadığım soruların etrafını kazmaya çalışıyorum. Edilgen cümleler kurmaya gayret ediyor, uzay-zamandaki bütün "ben"leri ilgilendiren şeylerle iştigal etmeye çalışıyorum. Bir çeşit topluma oynuyorum, o toplumun tarihini, gelişimini, yaşadıklarını irdelemeye filan çalışıyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum diyemem, hayır. Bazı şeylerin birikmesini, gelişmesini, olgunlaşmasını bekliyorum yazmadan önce. Yazılmaya hazır olunca o haber veriyor.
3-) Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
--Gün içinde "blogum geldi" gibi bir alarmım yok, hemmen acilen bir şeyler karalamam gerekirse onları defterime ya da bir text editöre yazıyorum. Uçuşan cümleleri blog yazısı yapmıyorum bir zamandır, ama tekrar yapabilirim de. Bir şeyden feragat etmeme gerek kalmıyor, uykudan, bazen.
4-) Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
--Artan bir bekleyiş olduğunu, daha doğrusu blogum için bir bekleyişin olduğunu sanmıyorum. Çoğunlukla kendim yazıyorum, kendim okuyorum. Beni okuyanlara seslenmek, onlarla hasbihal etmek, bazı konularda fikirlerini almak ya da sorularımı onlara sormak, beraber düşünmek gibi sosyal amaçlarım yok. Bilakis, yazdıklarımın çoğu tartışılmaz ve "dediğim dedik"tir. Zaten bir süredir üzerinde düşünüyor olduğumdan, yazdığım genellikle o konudaki son fikrimdir. Bunun üzerine "iyi güzel diyorsun da paşam, şunu nasıl çözeceksin o vakit" diyeni dövesim gelir.
5-) Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
--Mümkün mertebe uzun bir süre. Burada bir çeşit tarih, bir bilinç yazıyorum ve işe yaraması için uzun süreli olması daha iyi olur. Uzay-zamandaki "ben"ler var ya, onlar bir toplum mesela, bir küçük toplum modeli. Tabii ki insanın kendinden toplum olmaz; ya da bütün o fikirlerinin her birini içinde yaşayan bir "kişilik" gibi görmesi sağlıklı olmaz ammaa dün-bugün-yarın sürecek dertlerimiz var. Önce kendimi kurtarayım, dünyayı sonra sevgiye boyarız.
Neden blog yazdığımı, ne zaman bırakacağımı elbette biliyorum, ve bunları kendime söylememin bir faydası yok. Bir zaman sonra açıp okuduğumda da benim için bir şey ifade etmeyecek, yani gerçekten, "birileri okusun" diye cevaplandı bu sorular. "Kimse okumasa da olur" iddiası olan bir blog için ironik bir post oldu, bir çeşit başkaldırış mesela: "blog kendini artık okutmak istiyor!" Neyse ki sanatçı ruhlu falan değilim...
Pur beni mimlemiş, ama pur'un blogunda artık o mim yok. Çünkü ben ona, blogumun bir communitynin parçası olmasını sevmediğimi, insanların önüne çıkıp kendini okutmasını istemediğimi, zihnimin kıvrımlarından dökülen ıvır zıvırı öyle herkesin önüne kolay kolay atmayacağımı söyledim. Dahası, bunun yeni insanlarla tanışmak için hiç de iyi bir fikir olmadığını düşündüğümü de söyledim. Bütün bu mimler, bu bağlantılar ve birbirine bağlanmışların kendilerini ifade şekilleri, "haydi bloggerlar halay çekelim" organizasyonları başımı döndürüyor dedim. O da mimi kaldıracağını söyledi. Halbuki ben bunları mimi kaldırsın, beni oyunlarından çıkarsınlar diye söylememiştim. Oyun oynamasını bilmeyen bir çocuğum ben, bu yüzden de hiç başkalarıyla oynamam. Bir anda, bir sürü çocuğun dünyasının içinde kendi dünyamın parçalarını kaybederim diye korkarım ama, oynamamı isterlerse reddedemem. Anlatmaya çalışırım ama kavgacı ve laf ebesi olduğum için "anlaşmak"ta da çok iyi değilim. O yüzden, çıkardılar beni oyundan, ama ben bir oyun daha öğrenmiş oldum.
Çekiniyorum. Kendimi, üzerime vazife olmayan bir işe karışmış gibi hissediyorum; bana sorulmamış, sorulduğunu ispat edemeyeceğim soruları alıp, bana sorulmuş, benimmiş gibi cevaplamaya kalkıyorum. Cevaplarımın belki kimseyi ilgilendirmediği bir konuda sorulmuş soruları, ilk defa bir günah işliyor gibi ikiyüzlü bir çekingenlikle buraya ekliyorum. Sebebini sanırım cevapları yazdıktan sonra belirteceğim.
1-) Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
-- Geç saatlere kadar uyanık kaldığım, ama gün aydınlanmadan yattığım zamanlardan birinde yine saçma sapan bir şeye kafayı takmış, internetin derinliklerinde salak ve saplantılı bir seyahate çıkmıştım. Hiç durmadığım için aramaktan yorulduğumu da farketmemiştim, aradığım şeye çok yaklaştığımı mindsay denen bir yerde keşfettim. Son derece mantıksız bir şekilde ifade ettiğim maceranın bu bölümü gerçekten de çok belirsiz, bende kokuya benzer bir duyguya tekabül ediyor ve bu yüzden pek tarif edemiyorum. İşte bu mindsay altında blogger'a göre daha basit, bana göre çok kullanışlı bloglar barındıran bir yerdi. Community olarak beş para etmezdi, ayrı. Ama yine de bu ilk blogumu çok sevdim ben, kişisel "publishing" olarak çok aktif olduğum bir dönem olmasa da bu blogu açtığım tarihi alabilirim sanırım; 25 ocak 2004. Düzenli post'lar ise ekim 2004te başlamış. Anlatmak isteyip dinletemediğim bir zamanlar blog yazmak çok işimi görmüştü, dağlara taşlara bağırmak gibi. Sonraları, defterlere yazdığım, aklımın köşesinde biriktirdiğim şeyleri blog denen yere yazarsam daha derli toplu durur diye düşündüğümden, yazmaya devam ettim.
2-) Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
--Yazdıklarımın belli bir çizgide değil ama belli bir "biçim"de olmasını gözetiyorum. Çizgiden kastedilen nedir anlayamadım ama ben biçim derken neyi kastettiğimi anlatayım: geniş zamanlı şeyler yazmaya, cevabını bulamadığım soruların etrafını kazmaya çalışıyorum. Edilgen cümleler kurmaya gayret ediyor, uzay-zamandaki bütün "ben"leri ilgilendiren şeylerle iştigal etmeye çalışıyorum. Bir çeşit topluma oynuyorum, o toplumun tarihini, gelişimini, yaşadıklarını irdelemeye filan çalışıyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum diyemem, hayır. Bazı şeylerin birikmesini, gelişmesini, olgunlaşmasını bekliyorum yazmadan önce. Yazılmaya hazır olunca o haber veriyor.
3-) Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
--Gün içinde "blogum geldi" gibi bir alarmım yok, hemmen acilen bir şeyler karalamam gerekirse onları defterime ya da bir text editöre yazıyorum. Uçuşan cümleleri blog yazısı yapmıyorum bir zamandır, ama tekrar yapabilirim de. Bir şeyden feragat etmeme gerek kalmıyor, uykudan, bazen.
4-) Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
--Artan bir bekleyiş olduğunu, daha doğrusu blogum için bir bekleyişin olduğunu sanmıyorum. Çoğunlukla kendim yazıyorum, kendim okuyorum. Beni okuyanlara seslenmek, onlarla hasbihal etmek, bazı konularda fikirlerini almak ya da sorularımı onlara sormak, beraber düşünmek gibi sosyal amaçlarım yok. Bilakis, yazdıklarımın çoğu tartışılmaz ve "dediğim dedik"tir. Zaten bir süredir üzerinde düşünüyor olduğumdan, yazdığım genellikle o konudaki son fikrimdir. Bunun üzerine "iyi güzel diyorsun da paşam, şunu nasıl çözeceksin o vakit" diyeni dövesim gelir.
5-) Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
--Mümkün mertebe uzun bir süre. Burada bir çeşit tarih, bir bilinç yazıyorum ve işe yaraması için uzun süreli olması daha iyi olur. Uzay-zamandaki "ben"ler var ya, onlar bir toplum mesela, bir küçük toplum modeli. Tabii ki insanın kendinden toplum olmaz; ya da bütün o fikirlerinin her birini içinde yaşayan bir "kişilik" gibi görmesi sağlıklı olmaz ammaa dün-bugün-yarın sürecek dertlerimiz var. Önce kendimi kurtarayım, dünyayı sonra sevgiye boyarız.
Neden blog yazdığımı, ne zaman bırakacağımı elbette biliyorum, ve bunları kendime söylememin bir faydası yok. Bir zaman sonra açıp okuduğumda da benim için bir şey ifade etmeyecek, yani gerçekten, "birileri okusun" diye cevaplandı bu sorular. "Kimse okumasa da olur" iddiası olan bir blog için ironik bir post oldu, bir çeşit başkaldırış mesela: "blog kendini artık okutmak istiyor!" Neyse ki sanatçı ruhlu falan değilim...
Pur beni mimlemiş, ama pur'un blogunda artık o mim yok. Çünkü ben ona, blogumun bir communitynin parçası olmasını sevmediğimi, insanların önüne çıkıp kendini okutmasını istemediğimi, zihnimin kıvrımlarından dökülen ıvır zıvırı öyle herkesin önüne kolay kolay atmayacağımı söyledim. Dahası, bunun yeni insanlarla tanışmak için hiç de iyi bir fikir olmadığını düşündüğümü de söyledim. Bütün bu mimler, bu bağlantılar ve birbirine bağlanmışların kendilerini ifade şekilleri, "haydi bloggerlar halay çekelim" organizasyonları başımı döndürüyor dedim. O da mimi kaldıracağını söyledi. Halbuki ben bunları mimi kaldırsın, beni oyunlarından çıkarsınlar diye söylememiştim. Oyun oynamasını bilmeyen bir çocuğum ben, bu yüzden de hiç başkalarıyla oynamam. Bir anda, bir sürü çocuğun dünyasının içinde kendi dünyamın parçalarını kaybederim diye korkarım ama, oynamamı isterlerse reddedemem. Anlatmaya çalışırım ama kavgacı ve laf ebesi olduğum için "anlaşmak"ta da çok iyi değilim. O yüzden, çıkardılar beni oyundan, ama ben bir oyun daha öğrenmiş oldum.
Çarşamba, Aralık 05, 2007
küçük şeyler
Küçük şeyler insanı diye bir prototip çıktı. Daha çok yaygın değiller ama kendilerini gizliyorlar sanırım, kabullenilme aşamasındalar. Yakında şu "çılgın", "deli", "cadı"lar gibi afişe edecekler kendilerini fakat biraz zamana ihtiyaçları var.
Adı üstünde, küçük şeyleri seviyorlar. Nasıl desem, "Onun adı Damelie Poulain, yağmurdan sonra çıkan sümüklü böcekleri, tırnağının kenarındaki etleri ve yeni açılmış meyve suyu kutusunu bardağa boşaltırken çıkan sesi seviyor." tarzı, genellikle şirin ve zararsız insanlar. "Aaa evet lan" diyebileceğiniz onlarca şeyi sıralayıverirler, günlük hayatın detaylarına olan saygıları sebebiyle alkış toplarlar.
Benim de sevdiğim öyle küçük şeyler var ama, bir ortama girip "Merhaba, ben Denemeci Paşa, servis tabağında kalmış bıçak izlerini severim bebek!" demek de hiç aklıma gelmez.
Mesela şeyi severim ben; konserlerde şarkı arasında mekana seyirci uğultusu hakimdir, grup şarkıya -bazen uzunca- bir giriş yapar ama kalabalık bu şarkının ne olduğunu bi süre anlamaz, anladığında, özellikle de hit bi şarkıysa uğultu deli gibi yükselir, alkışlar ıslıklara karışır, heyecan coşku falan tavan yapmıştır. İşte onu severim.
Adı üstünde, küçük şeyleri seviyorlar. Nasıl desem, "Onun adı Damelie Poulain, yağmurdan sonra çıkan sümüklü böcekleri, tırnağının kenarındaki etleri ve yeni açılmış meyve suyu kutusunu bardağa boşaltırken çıkan sesi seviyor." tarzı, genellikle şirin ve zararsız insanlar. "Aaa evet lan" diyebileceğiniz onlarca şeyi sıralayıverirler, günlük hayatın detaylarına olan saygıları sebebiyle alkış toplarlar.
Benim de sevdiğim öyle küçük şeyler var ama, bir ortama girip "Merhaba, ben Denemeci Paşa, servis tabağında kalmış bıçak izlerini severim bebek!" demek de hiç aklıma gelmez.
Mesela şeyi severim ben; konserlerde şarkı arasında mekana seyirci uğultusu hakimdir, grup şarkıya -bazen uzunca- bir giriş yapar ama kalabalık bu şarkının ne olduğunu bi süre anlamaz, anladığında, özellikle de hit bi şarkıysa uğultu deli gibi yükselir, alkışlar ıslıklara karışır, heyecan coşku falan tavan yapmıştır. İşte onu severim.
Pazartesi, Aralık 03, 2007
ezüklerin efendisi
Şu hayatta "ezük" görünmem gerektiğini birisi en başta söylemiş olsaydı, onu herhalde dinlemezdim. Zaten bu yüzden "genç" ya da "toy"uzdur. Söz dinlemeyip her şeyi başımıza gelmesini bekleyerek öğrendiğimiz için. Yani tecrübe ettiğimiz, bir başka deyişle "deneyimlemeyi" tercih ettiğimiz için.
İşte ben de, söz dinlemez bir genç ve söz dinlemez bir ukala olduğum için; dahası, sosyal hayatta ukala olmanın ezik olmaya göre daha "feasible" olduğunu düşündüğüm için yoluma "just the way i am" olarak devam ettim. Ve bugün dişlerimi fırçalarken bir şey keşfettim.
Bir insan gerçekte neye sahip olursa olsun, kendisinin gerçekten bir ezik olduğuna, zavallı bir hayatı olduğuna, duygusal olarak incinmiş olduğuna başkalarını inandırırsa daha az engellenir. Daha az engellenmek, aslında zayıf bir tanımlama. Normal şartlarda -alamayacağınızı bildiğiniz için- istemeye bile cesaret edemeyeceğiniz şeylere sadece "ezük" görünerek, sahip olabilir. İmkanları sağlayabilecek olanlar, -sadece zavallı olduğunuz için- sizi mutlu etmeye çalışırlar, bir çeşit "denge" kurmaya çalışırlar, fırsat eşitliği sağladıklarına inanırlar; bu, üniversite sınavlarındaki ek puan uygulamasının sosyal hayattaki karşılığıdır.
Sosyolojiden -ya da psikolojiden- anlayanlar belki daha iyi bilirler ama, halk oylaması ve jürili yarışmalarda, o hafta jürinin "ezdiği" yarışmacının oylarının yükselmesi de bu "mazlumu koruma" tavrıyla ilgili olabilir. Oy kullanan seyircinin elinde, birisine bir imkanı sağlama kudreti vardır ve tercihini mazlumdan yana kullanır. Benimkisi ispatsız bir gözlem, belki de basitçe, bir atış. Yanlışsam düzeltilsin. Fakat eğer yanlış olsaydım bunun tam tersi durumların çalışmıyor olması gerekirdi. Mesela uzun boyluların da korunması, iri yarı olanların da kolayca mazlum olabilmesi, zengin çocukların daha çok şefkatle muamele edilmesi gerekirdi ("zengin çocuklar öğretmenlerinden ve müdürlerinden hep şefkat görür zaten" diyenler, ezük görünerek kazanabileceklerini asla anlamayacaklar bu arada.).
Şu hayatta, akıllıca davranmadığımı düşündüğüm bir sürü konu var. Çenemi tutmayı bile yeni yeni öğreniyorum. Ayrıca, sadece öyle istediğim için yaptığım ve doğru olmadığını bildiğim şeyler de var. Saçma sapan bir güç takıntısına sahip olmak gibi. Kimseye anlatmamak, kimseye güvenmemek, kalelerin etrafına hendekler kazmak gibi. "İyiyim" derken yalan söylediğimi bilmek, buna alışmaya çalışmak gibi. İlişkileri kurarken bir gün çekip gittiklerinde neler götürebileceklerini hesaplamak gibi. Halbuki bu kadar "güçlü" olmaya kimsenin gücü yetmez, ve böyle görünmenin de kimseye faydası yoktur. Her işini kendi yapabiliyor olmak zaten bir illüzyondur. Bir de üstüne başkalarını buna inandırmak hayatı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
İşte ben de, söz dinlemez bir genç ve söz dinlemez bir ukala olduğum için; dahası, sosyal hayatta ukala olmanın ezik olmaya göre daha "feasible" olduğunu düşündüğüm için yoluma "just the way i am" olarak devam ettim. Ve bugün dişlerimi fırçalarken bir şey keşfettim.
Bir insan gerçekte neye sahip olursa olsun, kendisinin gerçekten bir ezik olduğuna, zavallı bir hayatı olduğuna, duygusal olarak incinmiş olduğuna başkalarını inandırırsa daha az engellenir. Daha az engellenmek, aslında zayıf bir tanımlama. Normal şartlarda -alamayacağınızı bildiğiniz için- istemeye bile cesaret edemeyeceğiniz şeylere sadece "ezük" görünerek, sahip olabilir. İmkanları sağlayabilecek olanlar, -sadece zavallı olduğunuz için- sizi mutlu etmeye çalışırlar, bir çeşit "denge" kurmaya çalışırlar, fırsat eşitliği sağladıklarına inanırlar; bu, üniversite sınavlarındaki ek puan uygulamasının sosyal hayattaki karşılığıdır.
Sosyolojiden -ya da psikolojiden- anlayanlar belki daha iyi bilirler ama, halk oylaması ve jürili yarışmalarda, o hafta jürinin "ezdiği" yarışmacının oylarının yükselmesi de bu "mazlumu koruma" tavrıyla ilgili olabilir. Oy kullanan seyircinin elinde, birisine bir imkanı sağlama kudreti vardır ve tercihini mazlumdan yana kullanır. Benimkisi ispatsız bir gözlem, belki de basitçe, bir atış. Yanlışsam düzeltilsin. Fakat eğer yanlış olsaydım bunun tam tersi durumların çalışmıyor olması gerekirdi. Mesela uzun boyluların da korunması, iri yarı olanların da kolayca mazlum olabilmesi, zengin çocukların daha çok şefkatle muamele edilmesi gerekirdi ("zengin çocuklar öğretmenlerinden ve müdürlerinden hep şefkat görür zaten" diyenler, ezük görünerek kazanabileceklerini asla anlamayacaklar bu arada.).
Şu hayatta, akıllıca davranmadığımı düşündüğüm bir sürü konu var. Çenemi tutmayı bile yeni yeni öğreniyorum. Ayrıca, sadece öyle istediğim için yaptığım ve doğru olmadığını bildiğim şeyler de var. Saçma sapan bir güç takıntısına sahip olmak gibi. Kimseye anlatmamak, kimseye güvenmemek, kalelerin etrafına hendekler kazmak gibi. "İyiyim" derken yalan söylediğimi bilmek, buna alışmaya çalışmak gibi. İlişkileri kurarken bir gün çekip gittiklerinde neler götürebileceklerini hesaplamak gibi. Halbuki bu kadar "güçlü" olmaya kimsenin gücü yetmez, ve böyle görünmenin de kimseye faydası yoktur. Her işini kendi yapabiliyor olmak zaten bir illüzyondur. Bir de üstüne başkalarını buna inandırmak hayatı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)