Salı, Ağustos 16, 2011

28

28 yaşındayım.
Babam 28 yaşındayken benden daha çok kitap okumuştu, bir müzik aleti çalabiliyordu, kendisinden tecrübeli insanlarla nasıl konuşacağını biliyordu ve gerçek manada hayatta kalmanın nasıl bir şey olduğunu da biliyordu. Benden ve birçok kişiden daha iyi araba kullanıyordu, avlanabiliyordu ve mesleğinde de muhtemelen benden daha iyiydi. Ama galiba benim daha çok param var, bu da aslında, benim babam onun babasından daha varlıklı olduğu için böyle.

Babam 28 yaşındayken ben doğmuşum, benim çocuğum yok. Onun da, yıkaması gereken çamaşırlar, silmesi gereken ocak ve süpürmesi gereken halılar yokmuş, yemek yapması da gerekmiyormuş ama bunların hepsini benden daha iyi yapabileceğine eminim.

Ben küçükken, babam merak ettiğimiz şeyleri çok düzgün çizgiler, çok muntazam daireler ve harika şemalar çizerek anlatırdı. O zamanlar denediğimde o kadar iyi çizemediğimi biliyordum ama günün birinde, mesela onun yaşına geldiğimde, belki daha bile önce, en az onun kadar iyi çizeceğime emindim. Bize resim çizdiği yaşlara gelmeme birkaç sene kalmış olmalı, ben de, fena olmayan çizgiler, neredeyse muntazam daireler çizebiliyorum. Ancak onlarla, babamın anlattığı gibi şeyler anlatamıyorum. Kağıt üstünde inşa edip çalıştırdığı mekanizmaları bir çocuğun anlayabileceği berraklıkta anlatabildiği için çok basit sandığım bu işi, günün birinde en az onun kadar iyi yapabileceğime de emindim. Halbuki ne onun kadar iyi bildiğim şeyler var, ne de berrak bir zihnim.

28 yaşındayım. 27 yaşında olmak daha iyiydi ama, 29 yaşında olmaktan iyidir. Genç sporcuların rekorlar kırıp turnuvalarda isim yaptıkları yaşı geçtim, artık benim yaşımdaki sporcular genç olmuyor, ben de kendimi onlarla kıyaslamıyorum. Yine de genç girişimcilerin hepsi en büyük paralarını daha kazanmadılar, en büyük işlerini henüz kurmadılar, belki bir yerde onları yakalayabilirim.

28 yaşındayım, zihnim çamurlu sular gibi. Teşhisi koyacak kadar akıllı olduğuma göre, çareyi bulacak kadar da akıllı olduğuma inanıyorum. Babam kadar iyi araba kullanabileceğime de, işimde onun kadar iyi olabileceğime de, bir gün ondan daha çok para kazanabileceğime de -hâlâ- inanıyorum.

Bütün bunları o hayattayken yapabilmeyi çok isterim. Çünkü o zaman emeğini boşa çıkarmamış olurum.

(bir de bunları okuyup, zayıf biri olduğumu düşünmesin isterim)

Çarşamba, Nisan 21, 2010

atılgan

Bir oturuşta derli toplu, başı sonu belli bir yazı yazabiliyordum daha önce. Şimdi öyle değil.

Daha hisli olmakla kalmayıp hislerin de daha bir yoğun olduğu zamanlardı, dibine kadar kırılıp, dibine kadar üzüldüğüm, yok yere kendime acı çektirdiğim zamanlar. Gülünüp geçilmesi, önemsenmemesi gereken şeyleri haddinden fazla önemseyip haddinden fazla ciddiye alıyordum; türbülanslara girip çıkmaktan çekinmiyordum. İyi yazı yazmak "başı sonu belli"lik ve "derli toplu"luksa, demek ki iyi yazı da yazıyordum bir yandan.

Şimdi öyle değil.

Hamurdan heykel yaparken yerli yersiz elin sürçmesi gibi, cümleler yerli yersiz takılıyor, kelimeler yeteri kadar çeşitli, yeteri kadar zengin olamıyor, yerlerine oturmuyorlar. Özensem de çirkin olan el yazım gibi, özensem de zayıf kalan yazılarım oluyor. Özenmekle pek alakası yok halbuki, el yazısının bir doğru kalem tutuşu, bir doğru vücut duruşu olduğu gibi yazının da bir ruh hali, bir bilinç olgunluğu var.

Araba kullanan herkes kaza yapabilme/kazaya karışabilme ihtimalini bilir. Ama kaza yapmış biri bir başka bilir. Şimdi bütün o ruh hallerinden, bütün o gereksiz depresyonlardan öğrenilen, "yol almak".

Yol almak, devam etmek ve geri dönmemek.

Ve yazıları başka motivlerle yazmak.

(kendime bir köşe yazarı havası verdim farkettin? morveötesi kafası, kurtulmak zor. insana neler yaptırıyor bir bilsen.)

Salı, Mart 16, 2010

dönüm noktası

30 yaşa doğru insanın ikinci bir ergenlik bunalımı oluyor; elindeki tamamlanmamış işlerden hangisine yatırım yapacak, sıfırdan bir işe mi gönlünü koyacak yoksa tamamlanmış işlerinden de aslında ne kadar sıkıldığını mı farkedecek?

Hayatının yarısına doğru yaklaşırken cesaretin birazı iş hayatında, birazı da toplumsal adam olma kriterlerinde yontularak kaybedilmiş olduğundan yapılacaklar da buna göre sınırlandırmak zorunda. İşte bu yüzden mevcut iş bırakılıp sevilen bir başka işe yönelmek "bu yaştan sonra" zor, bu yüzden yarım kalan işler yarım kalmak, hobi olmak zorunda. Mevcut durum "iyi bir maaş, saygın bir meslek, iyi bir evlilik, ev, araba" standardından ne kadar uzaksa, o standart yolun "official" yarısına ulaşılmadan tutturulmak zorunda. Eğer buralarda tutunmak, saygı görmek isteniyorsa "adam"lık kriterleri, saygı görmek istenen adamların kriterlerinin gerisinde kalmak durumunda.

Bütün bunlar gençlikte çok uzak, orta yaşlılıkta da çok içselleştirilmiş olduğundan tam da 30 yaş civarında, tam da beklentilerle karşı karşıya kalınan, diğer adamların "artık" muhatabı olunan yaşta birden insanın karşısına dikilip onu bir dönüm noktasına getiriyor.

Çıkış her zaman var, ama çok zaman zahmetli ve garantisiz yollara "çıkış" denebilirse. Zahmetli tarafı, o yaşa kadar elde çok az kalmş cesaret ve gençlikten bu yana eksilmiş hevese ihtiyaç olması. Bunların yanında önemli bir "kendini bilme" kabiliyeti ve "bedel ödeme" kudreti.

Vadettiği ise belli belirsiz bir tatmin. Hem öyle bir tatmin ki, mutluluğun paradan, huzurun itibardan daha kıymetli olup olmadığının düşünüldüğü yerde hiçbir işe yaramayacak.

Pazar, Kasım 01, 2009

insanların amacını kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim

Bir zamanlar röportajlarda filan sorulurdu galiba, öyle bir soru vardı meşhur; "Hayat felsefeniz nedir?"

Sonraları anket defterlerine, ne bilim casual chatlere kadar geldi bu hayat felsefesi. Herkes birbirine hayat felsefesini sorar oldu, ve bu soruya bağışıklık geliştirilerek birbirinden klişe cevaplar uyduruldu. Hayattan da, felsefeden de bihaber, "Hayatta en önemli şey sevgi"den tut "Hızlı yaşa genç öl" basitliğine kadar türlü pespayelikte hayat felsefesi üretildi buralarda. Sonra bakıldı ki bu alan kısır, bu alan kabız, kimse kimseye hayat felsefesi sormaz oldu. Birtakım insanların hayatı felsefesiz yaşaması icap ettiği idrak edildi belki de.

Şimdi ben tutup bir şey düşünüyorum ve dönüp dolaşıp adına "hayat felsefesi" diyeceğim geliyor. Diyemiyorum çünkü o kelime rezerve. O kelime yıllar önce kullanılıp atıldı, fikir atığı oldu, onu atıldığı yerden çıkarıp başka bir şeye isim edemem. Etsem güzel olurdu halbuki, bulduğum şeye fasulye diye isim koyacak değilim. Aslında "bu hayatta" "şu hayatta" diye konuşmaktan bile imtina etmek lazımken bir de hayat felsefesi demediğim iyi oldu, o da var. "Hayat"lı konuşma haddi bulamıyorum kendimde henüz, kılları ağarmış 3523 kitap yazmış bir adam değilim, olabilemem de.

Yine de bir şeyler var, en azından bir amaç olması gerekiyor. Yüce olması şart değil, bu hayatın bir işe yaraması gerekiyor. Bir kahramanlık, bir başrol var ortada, belki de onun hakkının verilmesi gerekiyor.

İnsanın kendinin ne işe yaradığını, neyle çalıştığını ve neyle çalışmadığını bilmesi lazım ki o başrole uygun bir senaryo yazılabilsin. Ağlak bakışlı romantik prense kahramanlık destanı yazdığın vakit filmin komedi filmi oluyor. Peki şimdi bu filme herkesin gülmesi başarı sayılmalı mı? Kahramanlık hikayesi olarak başarısız, komikçi olarak başarılı olmak o işin sahibini memnun eder mi?

Kahraman olmak istiyorsa etmez. O filmle kitlelere ulaşmak istiyorsa eder. Sadece mutlu olmak istiyorsa etmez. "Sadece mutlu olmak" diye de bir amaç olmaz zaten.

Dün çok eskiden beri bildiğim biriyle tanışıyorum, "bir arkeolog olmalıydım belki de, bir şeyler keşfetmeliydim. düşünsene benim bulduğum, benimle anılacak hiçbir şey yok, bir yerde benim onu keşfetmemi bekleyen bir şeyler olmalı" dedi. Ona, dünyada geçirdiği vaktin boş olmadığını gösterecek şey bir keşif yapmaktı demek, halbuki benim için hiç değildi. Keşifler ve icatlarla ilgili pek bir şey içermese de "güç" ve "iktidar" ile, yer yer nüfuz ile bağlantılı, belki bol paralı bir mesleği vardı. Belki de aradığı güç veya iktidar yolu değildi, ya da güç, para, iktidar istemek veya bunlara sahip olmaktan memnun olmayı beyan etmek ayıp olduğundan keşif peşindeydi. Bilemem. Bilemen.

Ben keşif peşinde değilim. İcat peşinde değilim. Adımla anılan bir icadım olsun olmasın hiç farketmez. Adımla anılan bir icadım olsun sefalet içinde olayım gibi bir tercih olsa, olmasın daha iyi. İcat micat istemem. Güç, para, iktidar, asma, kesme istemem. Gevşek adamım ben iktidarın yükünü kaldıramam. Çok param olsun isterim ama para kazanmak için her yol mübah gibi gelmez. Hem erdemli hem paralı olmak isterim. Hem bilgili hem kuvvetli, ama şöhretli olmasam olur, bilgiyi bir ışık gibi tutmak, keşiflerle icatlarla ortamı şenlendirmek, kitaplarda adımı okutmak istemem. Bir destan, bir kahraman olmak da istemem.

Peki ne olmalı benden, kendimle ne yapabilirim, neyi amaç edinmeliyim? İnsan ne ile yaşar?

Amaç diye neye diyorlar? Çok para kazanmak mı? Çok rahat etmek mi? Rahat ettirmek? Mutlu olmak mı? Gerçek aşkı bulmak mı, çok dostlar edinmek mi? Çok bilgili, çok dolu, çok deli insan olmak mı, dünyayı yerinden oynatmak mı? Ünlü olmak mı, huzur bulmak mı? Aile kurmak mı?

Hepsinden biraz mı?

Adamın tüm istediği sevdiği işten para kazanabilmekmiş. Sevdiği şeyi yapıyor ama bundan para kazanamıyormuş, yine de o şeyi yapmaya devam etmek için sevmesi yeterliymiş. Günün birinde para kazanacağı bir iş bulmuş, onu da sevmiş. Bir yandan sevdiği şeyi yapmaya devam etmiş. Sevdiği şey ona para kazandırmaya başlayınca bu sefer para kazandığı ve sevmeye de başladığı öbür işiyle sevdiği ama para kazanmaya da başladığı bu işi arasında kalmış. Belki de bütün mesele hangisini daha çok sevdiğiyle alakalıymış çünkü en başta sevdiği şeye, ilk sevdiceğine bu vesileyle geri dönmüş. İkisi arasında pratik olarak bir fark yokken, baştan "gönül" koyduğu şeyi seçmiş.

Yatırım. Para yatırmak riskli. Zaman yatırmak daha riskli. Gönlünü yatırmak daha da riskli, çünkü arabesk. Gönül yatırmak diye bir şey yok. Aslında var, ama arabesk olup çöpe atılmış, mundar olmuş.

Amacı olan insanın seçimleri her zaman daha zor. Çünkü seçim kriterlerinin içine hayatın "büyük resim"ini sokuyor. Büyük resim o kadar büyük, kenarları o kadar belirsiz ki hangi seçimin içine girse onu büküp bozuyor. Pratik adamın seçimi daha basit, hayatta kalmak = para, daha çok kazan = daha çok hayatta kal, çok kazandıranı seç, çünkü "abi mecburdum". Bu kadarcık bile kudreti olmayan "kömüre, bulgura oylarını satıyorlar" diye inler, onun hayatının amacı falan olmaz zaten. Amaç o hayata lüks gelir.

Halbuki bu seçimlerin hepsinden maişet kaygısı çıkarılsa, yani insanın hayatını devam ettirecek parası garanti olsa ve ömrü boyunca hiçbir şekilde çalışmasa bile ortalama bir konforu sürdürebiliyor olsa, amacın önemi daha da keskinleşirdi. Bir defa, "hayatta kalmak" amaçlıktan çıktığı için bir amaç sahibi olmak ya da olmamak meselesi icat edilmiş olurdu. Herkesin bir amaç sahibi olduğu illüzyonu bir yerde son bulurdu.

Amaç dediğin en nihayeti manevi tatmin verir. Kimisi bunu ailesine güzel bir hayat sağlayarak buluyor, kimi dünya kadar parayı yığmış olmakta, kimi dünyayı gezme imkanına sahip olmakta. "Işıklı bir şehir manzarasına karşı gece vakti çay koyup balkonda oturulabilecek bir ev ortamı ve kafa rahatlığı" diye amaç olur mu?

Çarşamba, Temmuz 08, 2009

alış veriş tüketiş

Sonunda aldım bir yeni bilgisayar, son derece uygun fiyatlı, şahane değil ama uzun süre ihtiyacımı görecek donanıma sahip, tipi her gün yüzüne bakmaktan sıkılmayacağım kadar iyi (tipsiz bir makinaya bakmaya dayanamam dostum), ne bilim onun dışında istemediğim halde geniş ekranlı, çözünürlüğü de eskisinin aynısı (ekstra pikseller zaten geniş ekrana eklemlenenler) bir makina. Alalı üç hafta kadar oldu. Bir aldığım gün açıp bir derdi var mı diye baktım, bir de üzerine Ubuntu kurdum (onu yaparken de vistayı uçurdum, "tek partition'a kurulur kurulur pişeyolmaz" diye bana gaz veren arkadaşa selam ederim.) Şimdi tekrardan üzerine Vista kurmam lazım, elim ermiyor. Hani yeni alınan şeyi doyasıya kurcalama, günlerce oynama, baka baka doyamama tribi var ya, o yok işte.

Gerçi benim odanın dekorasyonunun "şeytan eniğini kaybetse bulamaz" tandansı da yadsınamaz bir gerçek, bunun da etkisi var. Yani adamı yatağın üzerine koysam zaten bir bilgisayar dötü koymalık düz alan yok, koydum diyelim, adamın fanları manları ilk günden toz dolacak, hayvanlar gibi ısınacak üstelik zavallım, yazık. Esas korktuğum makina yatağın üstündeyken o yatakta uyuyakalmak ve aleti tepikleyerek yataktan atmak. O yüzden elim gidemedi.

Biraz hevesim olsa böyle olmaz aslında. Adına yeni hevesi de, bir şeyler yapma hevesi de, ciddi ciddi hevesi kaybettim. Yeni aldığım hiçbir şey bana deli gibi mutluluk vermiyor bunu farkettim. Verdiği en şahane mutluluk belki bir gün sürüyor, sonra varlığını bile unutuyorum o şeyin. Böyle olduğunu bildiğimden ne alışveriş yapmaya, ne satın almaya gönlüm var; window shopping dahi edemez oldum. Hasbel kader bir alışveriş merkezine gitsem etiketli bir ton şey üstüme üstüme geliyor gibi oluyor. Hepsini bedavaya veriyor olsalar yine almak istemem gibi geliyor...

Para ve imkanın insanı kısıtlaması oyunun kuralı gibi bir şey aslında, kısıtlama olmazsa istek hepten kaybolacak çünkü. Satın almanın bir motivi de "ben bunu alacak güce ve imkana sahibim" duygusu olmalı. Belki de değildir, belki pahalı markalar için öyledir de indirim günleri için değildir, bilemedim. Ama şöyle bir resim var önümde; bir alışveriş merkezi dolusu etiketli kıyafet, ıvır ve zıvır önümde dökülü duruyor, askılarında, hazır ve nazır, istersem hepsini alabilirim. İster miyim? Yok valla da istemem. Dedim acaba para harcayasım olmadığından mı istemiyorum bir şey almak, yok öyle değil, hepsi senin deseler yine istemem. Bir kere nereye koyacaksın, nerde tutacaksın, hangi birini giyeceksin/kullanacaksın? Ciddi mesai bunlar.

Bir de indirim zamanından geriye kalan giyilip giyilip çıkarılmış, ama etiketi üzerinde yepyeni kıyafetleri düşün. Ne oluyor acaba onlar? Kimsenin sahip olmadığı, kimsenin olmamış şeyler. Sahip olunmak için yapılmışlar ama kimse almamış. Things you own end up owning you da, kimsenin sahibi olmadığı şeyler ne olacak? Tüketim çılgınlığına rağmen tüketilmemişler? Kimseleri sevindirememişler? Peki ya ambalajlar? Her biri birer ürün olan, ama esas görevi ürünü taşımak olan, kimsenin sahip olmadığı ve kimseyi mutlu etmeyen kutular, paketler; eve gelir gelmez işi biten, çöpe giden ambalajlar? (Allahım son vermek istiyorum bu farkındalığa, insanlığı uyandırmak misyonu edinmiş gibiyim)

İşte böyle, bir şeyler almaya niyetlensem bile devasa bir mağaza görünce hafif tırsıyorum. Biri çıkıp "Hepsini al, senin olsun" diyecek gibi geliyor. Ben yine de ihtiyacım kadarını alıyorum, benden sonra başka küçük adamcıklar gelip küçük paracıkları vererek koca mağazayı gün gün, sezon sezon eritiyorlar. Bir indirimle biraz daha eritiyorlar, sonra eritilmek, birilerinin evinde birilerine mutluluk vermek üzere yeniler çıkıyor, pazar oluyor, tüketim oluyor.

Mağazalar dolusu ıvır zıvırlar ben alsam da orada, almasam da. Benim için değil, pazar için yapılmışlar aslında.

Cuma, Mayıs 15, 2009

-

Hayatında hiç büyük acı görmemiş insan biraz eksiktir (ama hepimiz biraz eksik, biraz yanlış tırım tırırım). "Acı" tabii, göreceli bir durum olabilir. Aşk acısı acıların en acısı mesela, daha acısını görünceye kadar. Benim kastettiğim acı ancak ölümle olabiliyor.

İnsanın kendi ölümüne hazırlanması başlı başına bir trajedi, zaten oradan sonra "hayatın anlamı" da değişeceği için kendi ölümünü bekleyen bir insanın tecrübe ettiği "acı"nın kollektif bilince faydası var mı bilmiyorum. 100 üzerinden 100'e tekabül ettiğinden onu curve'e katmıyorum. Son derece yakınlarının, aileden bir veya birkaç kişinin veya en sevdiklerinin ölümünü görmüş insanlardan bahsediyorum "büyük acı görmüşler" olarak. Çok görmüş, geçirmişler...

En zor tarafı da bu "acının" tek kişilik olmasıdır; depresyon ve her türlü ruh bunaltısı gibi tek kişiye ait, paylaştıkça artmayan, ama azalmayan bir tat. İnsanın etrafına hendekler kazan, duvarlar ören "yakın"ları ancak el sallayabilecek mesafede tutan bir durum, "acı içinde olmak". Karşıdakiyle karşılıklı durup onu görebilen insanın hendeği aşma çabası, aşılmayan hendeğin var olduğunu herkesin bilip sonradan görmezden gelmeye çalışması, aslında hendeği geçmenin de tek bir yolunun olması... Ya içindesindir çemberin, ya dışında. Ya bu tarafındasındır hendeğin, ya öbür tarafında; ölümü tanıyanlar arasında. Ne kolunu uzatabilirsin bu saatten sonra, ne de dokunabilirsin karşı tarafa. Oraya kadar gelindiğinde yapılacak tek şey, hendek yokmuş gibi davranmak olur, sanki birisi gözünü hendeğe dikse ötekini incitecekmiş gibi, biraz da gerilmek olur.

Ölüm, ölenden çok kalanlara zor. Ölecek olanlardan çok da belki, kalacak olanlara. Ölmeye hazırlanmak mı daha tuhaf yoksa kalmaya hazırlanmak mı acaba? Onu yok saymak, yokluğuna alışmaya çalışmakla varlığının son zamanlarında "var" olduğunu dolu dolu hissetmek arasında kalıp kendini yok etmek isteyen birisini anlayabilirim. Eğer ölüyor olsaydım en çok buna üzülürdüm, benim için bunu yaşayacak olanlara. Yanımda ölümden bahsetmek istemediği halde yakın bir gelecekte oralarda olmayacağımı bir an bile aklından çıkaramayan, gözleri dalıp sessiz kalan, kelimeleri seçmek zorunda hisseden onlar çünkü. Yanımda "seneye" bile diyemeyecek, hayatın devam ettiğini bana belki çaktırmamaya çalışacaklar.

Ölen için ölmek daha kolay belki, onun hazırlanacağı ölüm bir tane. Diğerininki, belirsiz.

Çarşamba, Nisan 22, 2009

etiraflar

Canım çok sıkılıyo o yüzden saçma sapan şeyler yazıcam bugün. Valla sabahtan beri içimden konuşuyorum, birilerine yazıyorum gitmiyo. Teşhirci filan değilim, zaten taş çatlasın beş kişinin okuduğu blogda neyin teşhirciliği... Yazdıktan sonra da burda durmasına sinir olucam biliyorum, köpek gibi de pişman olucam ama silmicem. Hem blog blog olalı bi işime yarasın da bi kere de benim bunalımlarıma filan hizmet etsin, köpeğim olsun hatta. Zaten bıktım ahkam kesip durmaktan. Yok töbe bıkmadım, bazen sıkılıyorum o kadar.

Günlerdir moda makyaj blogu okumaktan beynim bulaşık süngerine döndü. İşler hafif, ben de kendimi bunlara verdim. Allah cezamı vermesin benim, bu sezon ne moda, ne neyle giyilir ve nasıl stil olunur konusunda acayip fikirlerim var ama ne gladyatör sandalet ne de eteği g.tüme kadar çıkan kızılderili elbisesi giymeye cesaretim var. Zaten cebimde de akrep var, kot tişörtle makyajsız mal gibi geziyorum. Bu Zara, TopShop falan acayip adam skiyor ayrıca, iki yıkamada dağılacak, seneye giyemeyeceğin şeylere servet istiyolar. Adamların düsturu şu sanırım, "zaten trendy diye sattığımız bu götüm gibi şeyleri alanlar en fazla iki sene giyebilecek, o halde en skindirik malzemeden yapalım ama fiyatı Ralph Lauren, Balenciaga, Miu Miu kadar olmadığı için herkes saldırsın." Başka bi sebebi olduğunu sanmıyorum. Millet de ayıla bayıla giysin baştan aşağı akrilikti polyesterdi naylon naylon şeyleri. Hele o deri görünümlü plastik plastik kokan ultra dandik kadın çantaları yok mu, böyle herkeste, kıl oluyorum onlara. Mudo bile utanmadan satıyor bunları, bi de 70-80 liraya. Çadır bezinden, eşofman kumaşından çanta takarım ama deri taklidi yapan plastikten asla...

Makyaj desen az daha tecrübe edinsem para kazanacak kadar anlıyorum makyajdan. Ama her gün yapsam sivilceden suratımı göremem herhalde. Zaten üşengeç adamım, yap bi de sil, üstüne başına bulaşsın filan ne gerek var... Ama yapmaya kalksam konuştururum şerefsizim. Konuşturuyorum da zaten pehey. Bi de milleti boyaya boyaya da biraz tecrübe edindim. Ben bilgisayara format atmayı da böyle öğrendim. "Sen anlarsın" diyenlerin bilgisayarına format ata ata. Ama çok eskidendi, daha okulda ilk senelerimdi. Şimdi biliyorum yani.

Aslında fazla bişey de bildiğim yok. Bilmem gereken hiçbir şeyi bilmiyorum hatta, hiç ilgilenmiyorum. Bilgisayarcı piçlere sinir oluyorum, bu nerd tipler var ya, var olabildikleri tek alan bu olduğu için asılıyolar da asılıyolar bu olaya. Böyle bi konuşmalar bişeyler, biz ayrı bi dünyanın insanıyız bambaşkayız tripleri. Bi de bunlar dışında şahane hayatı olduğu halde bu alemi de skertir seviyede iş çıkaran herifler var onlara daha çok sinir oluyorum gerçi. Onlara bunlara sinir oldukça kalkıp kendimi başka işlere başka alanlara veresim geliyo ama bulamadım o alanı, nereye gitsem birileri benden iyi. Böyle en iyisini feriştahını yaparım diyebileceğim bir iş yok malesef. Başka bir işe yatırıp yapıp g.t olmak da var işin ucunda, en iyisi durayım durduğum yerde diyorum. Bunu düşündükçe benden cacık olmaz deyip bunalımlara giriyorum. Bunalmadığım zamanlarda da "esas olan insan olmak, sevgi, sevmek laylayloom" oluyorum. Sanki çok sevgi doluymuşum gibi.

Sevgi dolu falan değilim, kimseleri doğru dürüst sevmem, sevemem. Aslında severim ama öyle işte insan diye. Yoksa birine bişey yapıyosam sırf sevdiğim için yapmam, başka bi sebebi vardır. Benim için çok kolay, onun çok işine yarayacak, mutlu edecek bişeydir; win-win, neden yapmayayım? Ya da işte ben mutluyumdur onlar mutludur falan. Kimse için kendimi sıkıntıya sokmam pek, sonradan da vay ben sıkıntıya girdim senin için, sen bana şunu yapmadın demem. Hesabını soracağım şeyi yapmam zaten, yaptığım iyiliğin de arkasını aramam; "son paramı sana borç verdim, ödemediğin gibi beni de sktirettin" demem, verirken onun hesabını yapmışım zaten.
Böyle arkasını dönüp gidenin arkasından ağıt yakmam, her şey herkesin bi gün gideceği üzerine kurulu çünkü. "Dost bildiklerim" teranesi yapmam, dost ne lan? İnsan dediğin değişen bi varlık işte. Bunları da "seni biri çok fena kırmış" desinler diye yazmıyorum, kimse beni kırmadı abi sizden akıllıyım o kadar.

Böyle akıllıyım zekiyim filan diyorum ama tam bir mal gibi davranıyorum çok zaman. Kimse beni dinlemeyecek diye insan içinde fıkra bile anlatmam, zaten fıkra anlatmak karizmatik bişey değil. Ya mal gibi susup otururum ya da kendim bile hatırlamayacağım kadar zırvalarım insan içinde, ayarım yok. Ayrıca hayatta da hiç akıllıca kararlar vermiyorum sanırım. Her şeyi biliyorum sanıyorum, genelde ölçüm, biçim ve tartımlarım doğru çıkıyor ama neden master yapmıyorum mesela, inatla? Becerememekten eşşek gibi korkuyorum da o yüzden. Hep bu bir şeyi yapacaksam en şahanesi olmalı takıntım yüzünden. Başladığım çok şeyi bitiremeyişim de ondan, dandik de olsa bitmiş iş bitmemişten iyidir. Ama o bitmiş dandik iş de benim gözümde aynı, bitmemiş işler de, ve hatta başlanmamış işler de. Hiçbir şey yapamıyorum o yüzden, ama gevezelikte üstüme yok.

Eşşek kafalıyım, akıllanmıyorum, uslanmıyorum, ders almıyorum. Böyle içimde bi eşşek var dürtüyo sürekli.

Hiçbir şeye doğru dürüst konsantre olamıyorum, aklım hep başka yerde. O başka yere gidiyorum al buyur yap, yok ondan da sıkılıyorum.

Gurur duyulacak bir evlat olamadım, sürekli bunu hatırlamayayım diye bizimkilerden uzak duruyorum. Sevmiyorum sanıyorlar. Bi de öyle anasının kuzusu bi tip değilim ne bilim. Sonunda Allah korusun kötü bişey olacak birimize, filmlerdeki gibi acı, isyan, pişmanlık senaryoları filan... Bu bile yük oluyor, bunun gibi şeyler yüzünden sırtımda yumurta küfesi varmış gibi hareket edemiyorum.

İnsanların sonradan "gençlik işte" diyeceği yaşları geçmeme az kaldı, üç sene orada beş sene burada savrulma, olmadı şunu yapayım deme, "ben bi depresyona girdim var ya iki ay çıkmadım evden" deme lüksüm yok. Niye yoksa...