Salı, Mart 25, 2008

emo kafası

Maziye bir dönüp bakarsan görürsün ki... Eah, ne mazisi yahu? Emo dediğinin mazisi mi olur? Herif en yakın mazisinde portakalda vitamindi...

O zaman maziye bakmadan şöyle etrafa sağlı sollu bakarsan görürsün ki herkes sensiz mutlu. Sen gidince yüzlerine kan gelmiş adeta, adama benzemişler üstelik. Bir tek sen değilsin mutlu, sensiz değilsin çünkü. Ünlü bir Türk düşünürünün de dediği gibi, "nereye gidersen git, kendini de götürürsün yanında."

Bunun adı emo kafası, kafanın dışı da, içi de bir.

Pazartesi, Mart 24, 2008

garip

Sağda solda internetin pek yaygın olmadığı, öyle sınırsız sonsuz seçeneklerinin bulunmadığı zamanları hatırlatan şeyler gördükçe zihnimde bir şeyler canlanıyor. Sahne desem değil, durum desem sanki o da değil. Kokuların çağrıştırdığı cinsten, bir çeşit imgeler hücumu galiba.

Bir kere eski zamanlar... Kişisel tarihimden dışarıya çıkamıyorum maalesef burda, o kadar evrensel düşünemeyeceğim. Şu kadar eski zamanlar; okulun belli bir saatte bittiği ve sınavlara bir gece önceden çalışılabildiği, "sorumluluk"un ödevden ibaret olduğu kadar.

Kişisel tarih filan dedim de, bahsettiğim zamanlar lise zamanlarına tekabül ediyor ama benim hiç okuldan eve geldiğim bir lise tarihim olmadı. Olsun isterdim. Ortaokul zamanlarından yardım alarak geliştirdiğime göre, hayalgücümün de yardımıyla şöyle bir sahne; son ders biteli yarım saat-bir saat olmuş, formanın çıkarılmasıyla o gün okula dair (ve aynı zamanda hayatın o devresinde sorumluluğa dair) her şey geride kalmıştır. Odaya girilir, küçük dünyaya dalınır. Bu küçük dünyanın merkezinde bazen kitaplar, bazen dergiler, bazen de internete kısa ve kıymetli sürelerle bağlanan bir bilgisayar vardır. İçerde hava, dışarıya göre serindir, çünkü dışarda ikindi güneşi varken pencereyi açınca odaya aydınlık bir rüzgar eser. Pencereler açılır, biraz sonra hava hala kararmamış fakat serinlemiştir, perdeler havalanır. Fonda o rüzgar varsa, akşam yemeğine kadar keşfedilen her şey tatlı, öğrenilen her şey kalıcıdır. Bunlar da bir nevi çalıntı zamanlardır, akşam yemeğinden sonra oturulacak ödeve kadar, keyif veren şeylere ayrılmış kıymetli vakittir.

İnternete dair ilk parçaları ve bilgisayara dair güzel şeyleri, ilk "bir kitap okudum hayatım değişti"leri ve yeni olan her şeyi keşfettiğim zamanların böyle bir yerde geçmesini isterdim. Şimdi buradan durup bakınca, o zamanlar o yaşlarda olup buna benzer bir ortamda geliştirilmiş şeylere referans veren her türlü içerik bana böyle bir "esinti" getiriyor. Bu da içinde hiç kıskançlık olmayan bir özenti, gerçekleşmemiş bir dilek oluyor.

Bir "ev"e dair ikinci dileğimdir bu.

Salı, Mart 11, 2008

unutmadan

"Hayattan insan çıkarmak" diye bir şey vardır, cafcaflı söz meraklıları kullanmaya pek bayılır; "ben hayatımdan çok insan çıkardım". Bir yapana sormak lazım, hayattan insan çıkarmak telefon rehberinden bir numara silmekten ne kadar fazla? Ya da, telefon rehberinden bir numara siler gibi bir hayatın bir başka hayattaki izlerini yok etmek mümkün mü?

Unutmak büyük nimet, tabii kullanması bilinirse. Asla bir sihirli değnek değil; çare ama, kolay ve bedelsiz de değil. Hayattan insan çıkarmak, unutmaya karar vermek ve uygulamaya başlamak olsa gerek. Netice itibariyle de izlerin derinliğine, çokluğuna göre değişecek bir süre sonunda, bir kişiden "arınmak" demek. Tek bir kontrol edilemez tarafı var ki, o da hayattan çıkarılan kişinin hayatında edinilmiş yer...

Buradan bakılınca, hayattan insan çıkarmak, bir hayattan çıkmaya göre çok daha kolay. Herhangi bir kimse, rehberden numara silmekle başlayıp, birtakım eşya atmakla, uzakta geçirilen bir süreyle hayattan çıkarılabilirken, bir başka hafızadan çıkıp gitmek, kontrol sahibi olunmayan bir yerle alakalı şımarıkça isteklerde bulunmak, bildiğimiz dünyanın kanunlarına baş kaldırmaktır.

Unutmaktan daha zor bir şey varsa, o da unutulmak. Elde değil çünkü.

Halbuki ben, bazı hayatlardan çıkmak istiyorum. Aldıklarımı geri verip, verdiklerimi almak, hesabın altına bir çizgi çekip dipte bucakta sinmiş kokuları dahi yok etmek ve çekip gitmek istiyorum.

Yakmaktan, yıkmaktan, kırıp dökmekten, kapıları çarpmaktan çekinecek değilim.

Bildiğimiz dünyanın kanunlarına baş kaldırarak ve şımarıkça istiyorum bunu.

Pazartesi, Mart 03, 2008

su sızıyor

Kadın elinden çıkma yazılarda kadın sorunlarına kadınca bakışlardan, üçüncü sayfa haberlerindeki istismar edilen kadının çığırtkanlığının yapılmasından, "türban" meselesine "modern kadın" gözüyle bakıştan baydım feci. Kadın duygularınıza, erkek oluş halinize dokunmadan bir insan olsanız iki dakka, evvela vicdan organlarınızı yoklasanız da öyle konuşsak, gerisi ufak bir ayrım.

***

Yazsam yazsam hiç anlaşılmasa, kelimeleri dizsem dizsem rastgele, o da benim dünyam olsa. Alabildiğine soyut bir anlatımı benimsesem, bir gün muhayyileden, diğer gün pantolonlu buluttan dem vursam. Öyle yapıyorlar bazen, kim anlıyor, kime anlatılıyor bilmiyorum, bana değil herhalde.

***

Bunaldıkça kaçacak delik arayanlar er geç ana rahmini keşfedecekler. Hep vardı gerçi ama, yeniden trend olacak görürsün. O vakte kadar bir şirket kurup ana rahmine günübirlik seferler düzenleyelim diyorum, ha Muhsin?

***

Babaannemin 15 sene öncesine kadar peynir suyu süzdüğü kesenin yıkanmış ama çıkmamış kokusu, eve sinmiş yoğurt, peynir, serin serin kap kacak kokusunun, arka odaların havasının sokak ortasında ne işi var? Bu da mı rutubet ulan?

***

Düşün taşın, tart biç, en sonunda elindeki teraziden şüphe eder hale geldin. Varoluşsal birtakım fikirlerle dertlendin, pekiyi kredi kartının limiti TopShop'ta bitince dertlenenden daha fazla bir katkın mı oldu dünyaya? Ne bağırıyorsun o zaman?

***

Eskiden soyut ve somut ayrımı böyle kolaydı; duyularla algılayabildiklerimiz somut, algılayamadıklarımız soyut. Prefrontal korteks bir duyu organı değildir, hayır. Kıskançlık soyuttur. Artık o kadar kolay değil, ağaç mesela, soyut. Ne ağacı? Meşe ağacı. Meşe ağacı somut, en az meşe odunu kadar, somut, ve budaklı.