Pazar, Ocak 27, 2008

tam buradayım

Yine bir iyi ki doğdum günü, bu defa 25 oldum.

Sayılara takılacak değilim, "çeyrek asrı devirdik görüyor musun Fikri..." fakat şaka maka çeyrek asrı devirmişiz. Ne olacaksa asır devirmekle, merak ediyorum saman gibi geçmiş bir asrı devirsen ne olacak?

Zira asla "yaşlarım"a alışabilmiş değilim, "ben 17 yaşındayken" diye hatırlamıyorum hadiseleri, hesaplayarak yaşla bağdaştırıyorum sonra. Hele 21'den sonra daha bir garip, mesela 23 çok büyükken ne ara 23 oldum, 24'ken nasıl bir 24 oldum; ya da insan nasıl bir 22 olmalıdır bilmiyorum. 30 güzel ama bak, nasıl bir 30 olabilir insan, bu konuda fikrim var, 27 hakkında da var.

24 saatlik gün bazen insanın vücut saatine uymaz ya, vücut saati günü kendine göre başlar ve bitirir. Bunun gibi insan da yaşına göre değil yaşadığına göre büyüyormuş. Bazı seneler yaprak kımıldamazken bazı sene içinde 2-3 yıl birden atlayabiliyormuş.

10 yaşında, sanırım bildiğim, kendim tecrübe ettiğim ilk ciddi şeyi öğrendim, daha doğrusu keşfettim; insanların duyguları, düşünceleri sürekli değildir, ne sana, ne bana, ne kimseye karşı. Ağaç bile bıraktığın gibi durmuyor, o mu duracak?

12 yaşındayken bir gün, okula bisikletle gittiğim günlerden bir gün, bisikletle dönerken, boş yolda, "hayat hep böyle zor mu?" dediğimi hatırlıyorum. Fakat o gün ne olduğunu asla hatırlamıyorum, bayılırmışım böyle koca koca laflar etmeye, yazmışım da üstelik bunu bir yerlere. Bundan sonra büyük laflar etmemeyi öğrenmeliydim, öğrenemedim.

15 yaşında, her teneffüste tuvalete beraber gidip saçını başını düzeltecek birisiyle çift halinde gezmiyor olmanın bir eksiklik olmadığını öğrendim.

16 yaşında, anlatılanla anlaşılanın aynı olmayabileceğini öğrendim. Kendini anlatmak, kendini doğru ifade diye bir şey varmış, öyle gelişine olmuyormuş. Adamı şey sanıyorlar sonra maazallah.

16 yaşındayken duyduğum en güzel şey, bir arkadaşın söylediği "gecenin en karanlık olduğu zaman, sabah olmasına en yakın zamandır." sözüydü. 16 yaşında, herkes bir anda giderse neler olacağını öğrendim. Bu yüzden bi daha yemezler.

Yine yaş 16, kız denen yaşam formunun ağır adımlarla, zerafet içinde yürüyen, rüzgarı parfüm kokan, genç kız ve pop müzik dergileri biriktiren bir şey olmasa da olabileceğini öğrendim. Hiphopçı tipi kız vaa, metalcisi vaa, kabadayısı vaa, arabeskçi alamancı vaa, vaa oğlu vaa...

17 yaşında son derece yavşak ve zevzek birtakım ilişkilere birinci dereceden şahit olarak yazıldığımdan "nalet olsun erkek denen şeyle başka bir şey yapılmıyor mu ulan" deyip varoluşuma isyan ettim, bu sebepten uzun yıllar potansiyel sevgililerin ensesine tokat, kulağına fiske attım.

"En iyi arkadaş, ihtiyacın olduğunda hiç yanında olmayan şeydir." - 17 yaş. Üstelik bunu kullandım kaç sene sonra, onaylayan bile çıktı. Doğru öğrenmişim demek ki.

18 yaşında soyutlanmayı öğrendim. Bilfiil içinde olduğum her şeyin aynı zamanda dışında olmayı becerebildim ki, istemediğim anılar pek siliktir.

19 yaşında işler ne kadar "messed up" olursa olsun, o "mess"i paşa paşa temizleyeceğimi öğrendim. Hem de en başından başlayarak. Birine gidip, "burayı çok karıştırdım ben, yardıma ihtiyacım var" demenin bir faydası olmayacağını öğrendim, ve birisi "bak bu defa seni kurtarıyorum ama bir daha bu kadar karıştırma" deseydi bunu öğrenemeyecektim. Bazı tecrübeler olması gerektiğinden pahalıya mal oluyorsa o insanın kendi salaklığıdır.

Aman iyi ki öğrenmişim, bu yüzden "yardım isteme güdüsü"m güdük kaldı.

21 yaş, hiç bitmez denen biter, asla olmaz denen olur. Olabilir, öğrenmek lazım bunu. Şaşkınlık, bir "dönem" adıdır.

23 yaşında, birilerinin gelip birilerinin gittiğini farkettim, düne kadar hiç tanımadığın birisiyle bugün neler konuşuyor olduğuma şaşırdım. İnsan, arkadaş falan, ne çok yakınında durulası, ne çok uzağında olunası bir şey. Güvenli bir mesafede durulursa, çok da sevilesi bir şey.

ve dönüp bir bakınca, sonun başlangıcı denen şey doğruymuş, olabilirmiş, onu öğrendim.

Yine 23, olan biten, insanın üzerinden su gibi akıp gidebilirmiş. Taşın üzerinden akan su gibi ama, odunun değil. Su odunu çürütür ama taşı sadece aşındırır, içine işlemez. Her sabah, temiz bir dimağ, hınçsız-hırssız bir zihinle, bomboş uyanılır, bazı günler de bir tortu hissedilebilir, "bu ne ola ki" denebilirmiş.

Ufacık bir söz insanın kalbine kalbine gelir, titretirmiş; insanın hayatını değiştirebilecek başka şeyler, gönlünün ucuna bile değmez, bir kıpırtıya bile sebep olmazmış - buna bir isim koyamadım ama bunu öğrendim.

24 yaşına kadar, "niyet insanı kurtarır" sanırdım, kurtarmadığını öğrendim. Ne niyet, ne emek. İyi niyetler de, verilen emek de sırası geldiğinde orada bırakılıp gidilmeli. Mümkün mertebe çabuk, olay yerinden uzaklaşmalı, uzaklaşılırken de unutmalı.

Yine 24, baya, bildiğin kadınım ben yahu - bunu öğrendim.

Seneye de bekleriz, hatırlayıp kutlayanlara, bilhassa bu yaşımın en güzel hediyesi Elif Ece'ye teşekkür ederim.

Cuma, Ocak 18, 2008

çizgi oyunu

Doğru, tek boyutlu, iki yönde sonsuz uzunlukta noktalar kümesi. Dümdüz bir çizgi ile ifade edilir, uzayda tek boyutludur, zamandaki durumunu bilmeyiz.

Doğrularla dolu bir uzayda her bir doğru-çizgi, başka doğru-çizgilerle kesişmiştir vaktiyle. Fakat doğru-çizgi, tarifi gereği, bir başka çizgiyi sadece bir defa keser. Sonra, bir daha asla görüşmemek, kesişmemek üzere ayrılırlar. Her bir çizginin bedeni kesiklerle doludur; kesilen çizgi, bir başkasını kesmiş, öyle ki, kim kimi daha çok kesti muhasebesi yapmak imkansız hale gelmiş.

Birbirini kesmeyen çizgiler, paralel olanlar. Asla buluşmayacak, asla kesişmeyecekler. Ya da birbirlerinin üzerinde kaybolmuşlar - asla ayrılmayacaklar. Paralel çizgilerin garip durumu da bu.

Her hayat bir çizgi olsa, ve uzay-zaman'dan sadece zamanda bir boyut sahibi olmayı seçmiş. Uzayda boyutsuz, ve hareketsiz. Çünkü aynı kişi, aynı gözler, aynı hayat, aynı hisler - neredeyse.

Halbuki çizgi, hem de hayat çizgisi, "doğru" değil. Dosdoğru bir hayat çizgisi demek, heyecanları, inişleri, çıkışları, hataları olmayan hayatlar demek. Halbuki, hayat çizgisi ağaç dalları gibi tasvir edilmeli. Ama çatallanmayan ağaç dalları gibi, "asla hepsine birden sahip olamazsın"lı, keskin köşeli, tercihlerin izleriyle şekillenmiş olmalı. Hem uzayda, hem zamanda, kişi dalga dalga çünkü; aynı kişi de olsa, aynı değil, hiçbir an, fikri, duruşu, zihni, aynı değil.

Hem ağaç dalı çizgiler daha çok kesilse de, daha çok kesse de, yine, yeniden aynı çizgiyi kesebilir. Kesmeyebilir de. Ağaç dalları, yan yana, koyun koyuna ilerleyebilir, paralel olabilirler, tabii olmayabilirler de. Ve paralel ağaç dalları, hep paralel kalabilir, ve tabii asla kesişmemek üzere ayrılabilirler de.

Neticede, eğri büğrü çizgilerdir işte.

Pazartesi, Ocak 14, 2008

sizi unuttuğuma şaşmamalı

Çok da meraklı sayılmam, ama merak ettiğim, öğrenmek istediğim şeyler oluyor.

Ansiklopediden kitaptan öğrenilmeyen şeylerden bahsediyorum. Zaten onları "merak"sız öğrendiğimizden, hani motivimiz merak olduğunda "bilgi" küçümseniyor gibi olduğundan, o tarz meraka "öğrenme isteği" deniyor.

Merak, dedikoduya, söylenmeyene, "özel"e, saklanana duyulan şeydir, öyle biliriz. Ben de şimdi farkettim, "merak ettiğim şeyler var" derken kitapta yazanları değil daha "beşeri" mevzuları öğrenme isteğini kastettiğimi.

İşte böyle bir şeyi öğrenmek için sorular sorarım ben. Çünkü bunları öğrenmenin en doğru yolu alakalı kişiye sormaktır. Ama genelde öyle yapılmaz. Mesela, davranışlar takip edilir, vücut diline bakılır, dolaylı sorular karşısında verilen cevaplar analiz edilir, tuzaklar kurulur; yani değişik şartlar oluşturularak deneğin bu şartlar altındaki davranışı incelenir. Tuzak dediğim bu. Çünkü doğrudan sorarsak merakımızın ayıplanacağını düşünürüz.

Dolaylı yollar istemsiz davranışları/sözleri getireceğinden, belki muhatabın cevap vermek istemediği sorudan kaçmasını, cevabın saptırılmış olmasını engelleyip doğrudan sonuca ulaşmayı sağlayabilir. "Dolaylı" yollarla "doğrudan" bir sonuca ulaşmayı, ulaşma ihtimalini anlatarak şahane bir hava yakaladım mesela şu an.

Halbuki bu dolaylı sorular, yapay şartlar ile alınan cevapların yorumlanışı çoğunlukla fiyaskodur. İnsanın kendi bile çok zaman ne düşündüğünden, daha doğrusu neyi niçin, ne düşünerek yaptığından emin değilken bütün bunlardan doğru neticeler çıkarabilmek zordur. Dahası, bu bilgilerin doğruluğunun tespiti imkansızdır.

Bana göre en güzeli, alınacak cevabın geçiştirme, saptırma, doğru, yanlış olma ihtimallerini de gözeterek, yine de, doğrudan sormaktır.

Böyle durumlarda, zor sorular karşısında, cevap vermek istemediği sorular karşısında, şık manevralarla hem yeteri kadar bilgi içermeyen cevaplar vermek, hem de bunu farkettirmeden konuyu başka yönlere çekmek bir yetenek olmalı. Bir zaman sonra hatırlarım çünkü, "sordum tabii, sordum bunu. ne demişti?" Hiçbir şey dememiştir, ben de o şahane manevrayı böyle sonradan farkederim. Bana sorulsa böyle bir soru, en fazla, "söylemek istemiyorum" derim. Zaten pek de saklanacak bir şeyim olmaz, sorulunca söylemeyeceğim neyim var şimdi onu düşündüm mesela, yok.

Cevabı aldığımı ve doğru olduğunu varsayıyorum. O zaman da şöyle bir durum doğuyor; bu cevabın geçerlilik süresi. Malum zamanlar, düzenler, fikirler, cevaplar sürekli değişir. Bugün doğru olan yarın "belki", bir başka gün yine doğru, ya da, bu defa yanlıştır. O kadar değişiklik olur mu peki? Neden olmasın, olmasa canımız bu kadar yanar mıydı, peki?

İlkokul dörtteydim sanırım, o vakitler çok yakın olduklarını bildiğim iki arkadaşımdan biri bana -sanırım- en yakın arkadaşı olarak beni gördüğünü söylemişti. Çok emin değilim hadisenin detaylarından, iki sevgiliden birinin gelip bana ilan-ı aşk etmesi gibi bir şeydi işte, şaşırmıştım, dün aynı şeyleri ona söylemişti belki, bugün bana söyledi. Yarın yine ona söyleyecek. Ya da, bir başkasına. İki sene sonra bunu hatırladığımda şöyle düşünmüştüm: "O zaman söylediklerine bakarak şimdi onun yanında olsam, olmaz, değil mi? O zaman, o zamandı, şimdi başka". Dahası, bunda garip bir şey yoktu. Bu, soğuk ve katı bir farkındalıktı, ya da "farkediş". Bu farkındalığın da daha sonra tedirginlikten başka bir faydası olmadı. Farkında olmak, değişmesinden endişe duyduğum şeylerin bir gün değişmiş olduğunu daha kolay kabullememi sağladı, fakat, daha kolay atlatmama pek yardımcı olmadı.

Yine de -hala- sorular soruyorum, cevapların değişeceğini bile bile, değişmeyeceği ihtimalini de bilerek; sözler duyuyorum, unutmak üzere.

Pazartesi, Ocak 07, 2008

şiir üzerine

"Aptalca sözler, aptalca, aptalca incitici sözler." diyordu Mrs. Bowles, "İnsanlar neden insanları incitmek ister? Dünyada yeterince incitecek şey yokmuş gibi, insanlara böyle zırıltılarla eziyet etmek zorunda mısınız?"

Salı, Ocak 01, 2008

mukadderat

"vayamunakoyyim, neler yapıyorlar" diyorsun, değil mi?

Şaşıyorsun, neler biriktirmiş adam, nasıl bir imbikten geçirmiş biriktirdiklerini de bunları çıkarmış ortaya.

Neler yazmış, yazdırmış.

Mutlu mu dersin? Yok canım, bir ezük teranesidir gidiyor.

Mutsuz mu dersin? Yok canım, hele bir dene sormayı, nasıl da çekinmeden acıtıyor.