Salı, Aralık 25, 2007

mimli post

Garip bir çekingenlikle, bir yerlerden aparttığım bu soruları cevaplayacağım şimdi.

Çekiniyorum. Kendimi, üzerime vazife olmayan bir işe karışmış gibi hissediyorum; bana sorulmamış, sorulduğunu ispat edemeyeceğim soruları alıp, bana sorulmuş, benimmiş gibi cevaplamaya kalkıyorum. Cevaplarımın belki kimseyi ilgilendirmediği bir konuda sorulmuş soruları, ilk defa bir günah işliyor gibi ikiyüzlü bir çekingenlikle buraya ekliyorum. Sebebini sanırım cevapları yazdıktan sonra belirteceğim.

1-) Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?

-- Geç saatlere kadar uyanık kaldığım, ama gün aydınlanmadan yattığım zamanlardan birinde yine saçma sapan bir şeye kafayı takmış, internetin derinliklerinde salak ve saplantılı bir seyahate çıkmıştım. Hiç durmadığım için aramaktan yorulduğumu da farketmemiştim, aradığım şeye çok yaklaştığımı mindsay denen bir yerde keşfettim. Son derece mantıksız bir şekilde ifade ettiğim maceranın bu bölümü gerçekten de çok belirsiz, bende kokuya benzer bir duyguya tekabül ediyor ve bu yüzden pek tarif edemiyorum. İşte bu mindsay altında blogger'a göre daha basit, bana göre çok kullanışlı bloglar barındıran bir yerdi. Community olarak beş para etmezdi, ayrı. Ama yine de bu ilk blogumu çok sevdim ben, kişisel "publishing" olarak çok aktif olduğum bir dönem olmasa da bu blogu açtığım tarihi alabilirim sanırım; 25 ocak 2004. Düzenli post'lar ise ekim 2004te başlamış. Anlatmak isteyip dinletemediğim bir zamanlar blog yazmak çok işimi görmüştü, dağlara taşlara bağırmak gibi. Sonraları, defterlere yazdığım, aklımın köşesinde biriktirdiğim şeyleri blog denen yere yazarsam daha derli toplu durur diye düşündüğümden, yazmaya devam ettim.

2-) Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

--Yazdıklarımın belli bir çizgide değil ama belli bir "biçim"de olmasını gözetiyorum. Çizgiden kastedilen nedir anlayamadım ama ben biçim derken neyi kastettiğimi anlatayım: geniş zamanlı şeyler yazmaya, cevabını bulamadığım soruların etrafını kazmaya çalışıyorum. Edilgen cümleler kurmaya gayret ediyor, uzay-zamandaki bütün "ben"leri ilgilendiren şeylerle iştigal etmeye çalışıyorum. Bir çeşit topluma oynuyorum, o toplumun tarihini, gelişimini, yaşadıklarını irdelemeye filan çalışıyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum diyemem, hayır. Bazı şeylerin birikmesini, gelişmesini, olgunlaşmasını bekliyorum yazmadan önce. Yazılmaya hazır olunca o haber veriyor.

3-) Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

--Gün içinde "blogum geldi" gibi bir alarmım yok, hemmen acilen bir şeyler karalamam gerekirse onları defterime ya da bir text editöre yazıyorum. Uçuşan cümleleri blog yazısı yapmıyorum bir zamandır, ama tekrar yapabilirim de. Bir şeyden feragat etmeme gerek kalmıyor, uykudan, bazen.

4-) Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

--Artan bir bekleyiş olduğunu, daha doğrusu blogum için bir bekleyişin olduğunu sanmıyorum. Çoğunlukla kendim yazıyorum, kendim okuyorum. Beni okuyanlara seslenmek, onlarla hasbihal etmek, bazı konularda fikirlerini almak ya da sorularımı onlara sormak, beraber düşünmek gibi sosyal amaçlarım yok. Bilakis, yazdıklarımın çoğu tartışılmaz ve "dediğim dedik"tir. Zaten bir süredir üzerinde düşünüyor olduğumdan, yazdığım genellikle o konudaki son fikrimdir. Bunun üzerine "iyi güzel diyorsun da paşam, şunu nasıl çözeceksin o vakit" diyeni dövesim gelir.

5-) Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?

--Mümkün mertebe uzun bir süre. Burada bir çeşit tarih, bir bilinç yazıyorum ve işe yaraması için uzun süreli olması daha iyi olur. Uzay-zamandaki "ben"ler var ya, onlar bir toplum mesela, bir küçük toplum modeli. Tabii ki insanın kendinden toplum olmaz; ya da bütün o fikirlerinin her birini içinde yaşayan bir "kişilik" gibi görmesi sağlıklı olmaz ammaa dün-bugün-yarın sürecek dertlerimiz var. Önce kendimi kurtarayım, dünyayı sonra sevgiye boyarız.

Neden blog yazdığımı, ne zaman bırakacağımı elbette biliyorum, ve bunları kendime söylememin bir faydası yok. Bir zaman sonra açıp okuduğumda da benim için bir şey ifade etmeyecek, yani gerçekten, "birileri okusun" diye cevaplandı bu sorular. "Kimse okumasa da olur" iddiası olan bir blog için ironik bir post oldu, bir çeşit başkaldırış mesela: "blog kendini artık okutmak istiyor!" Neyse ki sanatçı ruhlu falan değilim...

Pur beni mimlemiş, ama pur'un blogunda artık o mim yok. Çünkü ben ona, blogumun bir communitynin parçası olmasını sevmediğimi, insanların önüne çıkıp kendini okutmasını istemediğimi, zihnimin kıvrımlarından dökülen ıvır zıvırı öyle herkesin önüne kolay kolay atmayacağımı söyledim. Dahası, bunun yeni insanlarla tanışmak için hiç de iyi bir fikir olmadığını düşündüğümü de söyledim. Bütün bu mimler, bu bağlantılar ve birbirine bağlanmışların kendilerini ifade şekilleri, "haydi bloggerlar halay çekelim" organizasyonları başımı döndürüyor dedim. O da mimi kaldıracağını söyledi. Halbuki ben bunları mimi kaldırsın, beni oyunlarından çıkarsınlar diye söylememiştim. Oyun oynamasını bilmeyen bir çocuğum ben, bu yüzden de hiç başkalarıyla oynamam. Bir anda, bir sürü çocuğun dünyasının içinde kendi dünyamın parçalarını kaybederim diye korkarım ama, oynamamı isterlerse reddedemem. Anlatmaya çalışırım ama kavgacı ve laf ebesi olduğum için "anlaşmak"ta da çok iyi değilim. O yüzden, çıkardılar beni oyundan, ama ben bir oyun daha öğrenmiş oldum.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

ben okuyorum. ironik post ilişti pencereye.

isfendiyar dark dedi ki...

öncelikle, şu girizgahı yapacağım. çeşitli blog okumalarından sonra midemde hasıl olan bir bulantı, bir kusma arzusu var. bu kadar mı rol kesilir, bu kadar mı yapmacık durulur, bu kadar mı boş konuşulur diye çok dedim, hala okudukça derim. blog denen şeyin günlük tutmaktan farkını biliyoruz tabii: teşhir olayı. yani biri sırf kendi için yazsaydı, onca saçmalığı kesinlikle yazmazdı. ortalığa kusmak yerine dağlara taşlara bağırmak kimsenin işine gelmezdi helbet. hele de susmak.

neyse, bunları niye yazdım. ara ara girip de içinde samimiyet bulduğum ender mekanlardan biri burası. bunu yapabilmek için acı çekmiş olmak falan lazım herhalde. daha doğrusu acı "necessary but not sufficient" kategorisinde. ben susmayı tercih eden bir adam olarak benim beceremediğim konuşma işini yapan birilerini gördüm, takdir etmeden geçemedim.

kıskanmadım da. samimiyet insanda kıskançlığı tahrik etmiyor çünkü. daha ziyade yalan ve riya tahrik ediyor. ki onların balonu da er-geç sönüyor zaten. boş konuşanlara ise hiç girmiyorum, niye yazarlar bilmiyorum hala. yazık lan o vakte.

neyse, çok dağıldı mevzu, ben de dağıldım gecenin bu vakti. demem o ki, basit bir hadise değil hiçbiri. altını eşeleyince dünyanın merkezine giden yol çıkıyor. "başka bir dünya mümkün" diyordun ya, bir blog sayfası içn iddialı dursa da öyle değil. o yazıyı yazma noktasına gelince, devamının da nasıl gelebileceğine dair az-çok birşeyler beliriyor kafada. peşine düşmezsen uçup gidiyor, düşersen iflah olmuyorsun, konuşamıyorsun, yazamıyorsun...

(en azından bende öyle oluyor)