Perşembe, Aralık 14, 2006

im

"Geçen hafta işte bu saatler..."

Akşam vakti olmuş, saati hatırlamıyorum. Ne güzel geçirmişim günümü sakin sakin, saate pek de bakmadan. Saatle bağlantılı iç sıkıntımı hatırlamadan, epeyce vakit de geçirmişim, hem de tek başıma. Şimdi tam dışarı çıktığımızda sırası mı, hem neden bu şarkı? Bütün hafta dinledim zaten, yeni yeni bırakıyordum, diğer şarkıları playlist'ime yeni yeni alıyordum. O mu beni bırakmadı acaba?

Dışarda yemek yemeyi de hiç sevmem ayrıca.

Tam bir hafta, o günden sonraki ilk pazar. Hep böyle "Dün bu saatlerde...", "Yarın bu saatte..." "haftaya bu vakitler..." gibi saçma sapan takıntılarım yüzünden başıma geliyor zaten bunlar.

"yarın bu saatlerde her şey belli olmuş olur"

Bir gün-bir hafta geçsin (takıntı eşiği), kendiliğinden unutuluyor hepsi, en güzeli, en kötüsü, hem önemlisi, hem önemsizi, gereklisi, gereksizi... Bu defa en zoru geçmiş sayılırdı, bir "haftadönümü" atlatılmış sayılırdı. Üstelik iyileşmiştim, yavaş yavaş kendimi "iyileştirmiştim". Hem alışmaya da çalışıyordum, o şarkıyı da dinlemez olmuştum, sormayı da bırakmıştım, konuşmayı da bırakmıştım, düşünecek başka şey bulamadığım halde düşünmeyi de bırakmıştım... Nerden çıktı ki bu şarkı? O an çok da huzursuz değildim onu duymaktan aslında, dedim ya iyileşiyorum diye. Belki bunu anlayacak kimsem olmadığı içindir o anda, böyle "anlık" şeyleri tarif etmekte zorlanırım zaten.

"Hisli" adam değilim, bununla da gurur duymuyorum. Çok hislenirsem de saçmalamaya başlıyorum böyle.

Yazabilecek hale gelmem biraz zaman aldı. Uzun bir zaman sayılmaz gerçi, ama olduğu kadar "izafi" bir zaman içinde, "buranın" zamanı, "kendi" zamanım ile yaşadığımı düşününce "uzun" da, "kısa" da anlamını kaybediyor. Hem her şeyi zamanla ölçmek şart değil. O da öyle söylemişti değil mi?

Yazabilmem biraz zaman aldı, yazmamayı da düşündüm aslında. Ama en azından şu "zaman", bir "işaret"i hakediyordu. İstemeden işaretlediğim, iyi ki işaretlediğim, keşke işaretlemeseydim dediğim onca zaman içinde bir zaman. "An" değil, bu bir zaman; ölçüsüz ve sınırları belirsiz, fakat kendi tarifli, belirli. Sormayı, yargılamayı, düşünmeyi bırakarak bir işaret koyuyorum sadece, bu defa bilinçli olarak. İşaretim, bu zamana ait bir şeyler içermeli ama ne kadar "içerikli" hazırlayabilirim onu, ne kadar yansıtabilirim kendime, hala bilmiyorum. Hala "yazacak hale" gelemedim belki, ya da fazla bekledim, bağıra çağıra bırakmalıydım bu işareti.

Dört ay sonunda, o gün ilk defa ağlayamadım. Kolumu kaldıramayacak haldeyken ağlamak da gelmedi içimden zaten. Nasıl bir yorgunluktu bilmiyorum, uyku vermediğini biliyorum. Arada mide bulantısı ile gelen panik atak benzeri bir şey olduğunu biliyorum. Ayağa kalktığımda dizlerimin beni taşımadığını biliyorum ama yattığımda dinlenemediğimi de biliyorum. Uyku-uyanıklık arası bir şey olduğunu biliyorum. Üç gün sonra o hal kalktıkça ağlayabildim, bu sefer de ağlamaktan yorulmuşum ama o aşina olduğum bir şey zaten.

Düşünmek pek mümkün değildi, "yara" metaforuyla tarif edilen birtakım şeylerin "dokunulduğunda" böyle acıdığına, hem de bir süre daha dokunmayı aklımdan bile geçiremeyeceğim kadar çok acıdığına ilk defa şahit oldum. Düşünmemek için hayal kurmam gerekiyordu. Ben hayal de kurarmışım biliyor musun? Hem de sen varmışsın hep, düşünmemek için hayal kurmak isteyip onun yerini de boş bulunca farkettim. Görüyorsun ya, "sınırlarım", "duvarlarım" her geçen gün daha da genişliyor. Geçen kış ne kadar hissiz olduğumu hatırlıyorum mesela, hayat çok tuhaf.

Üstelik "...kış bizim üvey evladımızdır..."
(hiç sevememiştim bu yazıyı, sebebi yoktu. Ufak tefek kadın içgüdülerim varmış demek ki benim de)

Geçen kış değil mi, "artık olmaz" dedikten sonra, onca zaman sonra sen bunları hisseder, yazarken, ben de böyle bir hissedememe hali içindeydim. Şimdi, şu "apatik" halinde, sana bir şeyler hissettirme beklentisi içinde de değilim aslında, yanlış anlama.

-...yanlış anlama
-yok canım, asıl sen yanlış anlama...

Zaten ben de "yanlış anlamıyorum" artık, üstelik sormuyorum da neden diye. Sana güvendiğimden değil. Sahi, neden öyle söyledim onu da bilmiyorum. Sana niçin güveneyim? Sen olsan sana güvenir miydin mesela, hem de o gün, hem de o halde, o halimde, bunu bana sorman ironik değil miydi? Yoksa öyleydi de ben mi anlamamıştım?

Bu işlerde mantık aranmaz, "neden" diye sorulmaz, bu işler sorgulanmaz derdim, ahkam kesmeyeyim hadi, bence -olsun- sorgulanmamalı. Hem sora sora, olmamışları olacak diye sorgulaya sorgulaya bu hale getirmedik mi "biz"i? "Ol"amadan öldürmedik mi böyle "biz"i? Bazı şeyler karanlıkta "ol"uşur, gözden uzak gelişirdi (Mahrem?), sen de ben de, bi'rahat bırakmadık "biz"i. Ben de artık sormuyorum "neden?" diye, "ne oldu?" diye. Başında sormuştum, "neden ben?" diye. Sorulmaz işte, cevabı yoktur ki. "Neden ben"in cevabı da yoktur, "neden ben değil?"in de. İşte bunu bildiğim için sordum ben de, işte bunun için üzüldüm cevabı yok diye. Sen benden "garanti" istedin, ben sana -ya da sendeki bana- güvenemedim bile. O zamanlar nasıl birdenbire "öyle" olduysa şimdi o yüzden "böyle" olmuştur belki de, hem kimseyi suçlayamam ki bu haldeyim diye. Belki, -belli ki- kendisinin de yapabileceği bir şey yoktur. Kabullenmek zor ama, başka çare de yoktur.

Yine, yeniden, bana dar ve karanlık mekanlarımı, en sevdiğim yerlerimi hatırlatan karanlık ve kimsesiz blogumda, kimseden habersiz bir yerlere açtığım "cep" içindeyim. Kaçabildiğim tek yer burası ama öyle kalması için özen de göstermeliyim. Onu saygıdeğer ve "anlamlı" tutmalıyım mesela. Şimdi buradan haberdar ettiğim -davetsizleri saymıyorum- toplam üç kişinin üçüncüsü olarak sana ne kadar çabuk izin verdiğimi de düşündüm. Bak bu da sana açtığım gizli odalarımdan biriydi. Çoktan çıkıp gitmişsindir de haberim yoktur belki.

Hem zaten ben bunları -yine de bir zamanlar sen olasın istediğim- başka bir "sen"e ve işaretlerden anlayan başka bir "ben"e yazıyorum.

(Hayır o şarkının ne olduğunu söylemeyeceğim, zaten biliyorum, unutmayacağımı da biliyorum, last.fm bile biliyor üstelik.)

Hiç yorum yok: